Ülkemizde araştırma yapmak hiç kolay değildir.

O kadar çok tabu vardır ki bunları resmen veya kamu düzeyinde (psikolojik olarak) aşmak hayli zordur. Zorluğun en büyük payı, uygulanan yöntemden veya araştırmanın yürütülmesinden kaynaklanmaz. Kılı kırk yararak ulaşılan bulguların kamuyla paylaşılması işin en zor yanıdır. Toplum, ne olduğuna, hangi koşullarda yaşadığına ilişkin öylesine gerçek dışı şeylere inandırılmıştır ki, ezberiyle çelişen özelliklerini sergilediğinizde tepki gösterir. Bu tepki resmi çevrelerin yasakçılığından daha derine inen bir engeldir. Bir benzetme ile; kendisini farklı sanan kişinin ilk kez yüzünü aynada gördüğü zaman duyduğu tepkiye benzer. Karşılaştığı sureti beğenmeyince aynayı kırmaya ve onu tutanı hırpalamaya kalkması çok olasıdır. Bu durumu bizzat yaşamışımdır.

Hele bir de topluma kendisini yanlış tanıtan, aldatan, amiyane tabirle "gaza getiren" çevrelerin ideologları ve kalemşorları devreye girince tam bir kişilik suikastına uğrarsınız. Bulgularınızı ve belgelerinizi çürütemeyecekleri için (çünkü aynı yöntemle aynı evrende benzer bir araştırmanın bulgularıyla karşınıza çıkmak zorundadırlar) sizi karalayıp, inandırıcılığınızı yok etmeye çalışırlar. Onların dilinde bu günlük işlem "psikolojik harp"tir. Çünkü onların asli görevi, varlık nedeni, kendilerinden başka kimseye yararı olmayan düzeni korumak ve sürdürmektir.

Bunun için toplumu hep iç ve dış düşmanların tehdidi altında ve bir savaş konumunda yaşadığına inandırmak gerekir. Bu nedenle ya düşman sahibi olmak ya da türetmek gerekir. Son zamanlarda yürütülen soruşturmalarda nasıl bu ülkenin asli düşmanı olarak bellediğimiz bir silahlı örgütü bizzat onunla savaşmakla yükümlü olanların içindeki bir grubun koruduğu, sıkıştırıldığı zaman operasyonları durdurduğu, kanlı baskınlarına eldeki bilgiye rağmen göz yumduğu, hatta bilgi toplayan insansız hava araçlarını düşürmeye kalktığı ortaya çıktı. Daha bunların hesabı topluma verilmemiştir.

Bir başka ekip de -bunlar hep ülkeyi korumakla görevli kurumların elemanlarıdır ne acı ki- doğrudan darbe yaparak iktidarı ele geçiremeyecekleri durumlarda, darbe ortamı yaratarak, yani siyasi ve mali kriz yaratarak, milleti "kurtarıcı" aramaya zorlamak hesapları yapmıştır. Sorun hep halkın tercihleriyle belirlenmiş bir hükümeti kabul edememe, yani demokrasiyi içine sindirememe meselesidir.

Tamam, ülkenin gelişme düzeyini azımsıyorsunuz; halkı, cahil ve akıllı seçimler yapacak olgunlukta görmüyorsunuz; fazla dindar, muhafazakâr ve taşralı buluyorsunuz. Bunu anlayabilirim ama neden şu soruyu kendinize sormuyorsunuz? "Cumhuriyetin kuruluşundan beri biz veya bizim zihniyetimizdeki insanlar iktidarda. Ne zaman iktidarı elden kaçırıyor gibi olsak siyaset dışı zor kullanarak hep karar merkezlerinin (yargının, akdeminin ve bürokrasinin) kontrolünü elimizde tuttuk. Ama bu ülke halkının hak ve talep ettiği refah, özgürlük, şeffaflık, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü sağlayacak yönetimi kuramadık. Şimdi bizim hata, ihmal ve zafiyetimizin bedelini neden halktan istiyor ve onun kendi tercihleri doğrultusunda bir yönetim tarzı geliştirme çabasını engelliyoruz?"

İşte darbeler yapan, darbe ortamları hazırlayan, asker ve sivil görevliler, onlar gibi düşünen orta ve üst sınıf kesitlerin medyadaki, meslek örgütlerindeki, üniversitedeki veya çalışmak zorunda olmadan evlerinde oturan ruh ve akıl ortakları bu soruya dürüstçe yanıt verseler, o zaman nasıl korkularının akıllarını esir aldıkları, nasıl asılsız veya giderilebilir endişelerle halkı yılgınlığa sürükledikleri ve bu yılgınlık üzerinden bir siyasal rant devşirdikleri ortaya çıkar.

Devam eden soruşturmalar bu uğursuz mekanizmayı umarım ortaya çıkartır. Ama sonuç kadar usul de önemlidir. Usul eksikliklerinin veya bozukluklarının, elde edilecek sonucu etkilemesine ve bu ülkenin siyasetinin ve hukuk sisteminin kıymeti kendinden menkul güçlerin vesayetinden kurtulmasını geciktirmek veya engellemek tehlikesini hiçbir zaman gözardı etmemeliyiz. Algılar, gerçekler kadar önemlidir.