Bugün Türkiye’de evrensel standartları ve iddiaları olan üniversiteler, yerli ve milli olduklarını söyleyen kurum ve insanların çok boyutlu ve çok yönlü bir saldırısı altında. Bilim kurumları içerisinde yerliliğe en uzak olması gereken TÜBİTAK’ın Başkanı, daha önce kendi kurumunun yayımladığı kitaplardan “kültürel uygunluk ve yerlilik testi”nden geçemeyenlerin toplatıldığını ve yakıldığını gururla söyleyebiliyor; milliyi temsil ettiğini iddia eden köşe yazarına “kültürel hassasiyeti” için teşekkür edebiliyor. Devletten ve toplumdan ve devletin ve toplumun değerlerinden belli bir özerklik sağlayabilmiş az sayıda üniversite (son ODTÜ olayının gösterdiği gibi) terör, ahlâksızlık ve dinsizlik yuvaları olmakla suçlanıyor. Bu kurumların, toplumun değerlerine yabancı olduğu, yerli değerleri olan anne-babalarla bu kurumlara okumaya giden çocuklarının arasına “yabancılık tohumları” ektiği söyleniyor.



Üniversiteyle devlet ve toplum arasında dünyanın her yerinde benzer gerilimler ve çatışmalar olmuş, halen de oluyor. Çünkü üniversite fikri ve ideali, sınır ve tabu tanımayan bir fikir ve ideal. Bu anlamda, doğa bilimleri dünyanın evrenin merkezinde olmadığını, evrenin altı bin yıllık değil on dört milyar yıllık bir tarihi olduğunu; insanın bugünkü haline evrimle geldiğini ve şempanze ve bonoboyla “kardeş” olduğunu söyleyebilir. Sosyal bilimler, çıkarsızlığın ve diğerkâmlığın hüküm sürdüğü iddia edilen devlet, ulus, din ve aile gibi kurumların ne gibi çıkarlara dayandığını ve ne gibi iktidar-baskı-sömürü ilişkilerini meşrulaştırdığını ve hatta görünmez kıldığını gösterebilir. Doğa bilimleri ve sosyal bilimler bunları yaptığı için devletten ve toplumdan tepki görüyor, yerli, dinî ve ulusal değerlere saygı göstermemekle suçlanıp baskıya uğruyor. İktidar sahipleri, iktidarın işleyiş tarzlarının ve bu tarzları meşrulaştıran söylemlerin ifşa edilmesini istemiyor. İktidarlı olmak da göreli bir mesele olduğundan (bir alanda iktidarsız ve imtiyazsız olan kişinin diğer bir alanda iktidarlı ve imtiyazlı olması) bu tepki toplumun her kesiminden gelebiliyor. Ayrıca bilim, alışılmış olan bilginin ve inancın göreliliğini veya yanlışlığını ortaya koyarak, bireylerin psikolojik konforlarını da bozabiliyor.

Bilim ile devlet ve toplum arasındaki bu gerilim dünyanın her yerinde mevcut. Fakat özellikle Batı dünyasında, bu gerilimin “doğal” olduğu artık genel kabul görmüş bir düşünce. Aradaki gerilimi, üniversitelerin özerkliğine müdahale etmenin bir bahanesi olarak kullanmıyorlar. Bu özerklik ve özerkliğe duyulan saygı, bilim insanlarının yüzlerce yıldır sürdürdükleri mücadeleyle ve o mücadeleye belli toplumsal grupların destek vermesiyle oluşmuş. Birkaç kahraman sayesinde kazanılmaya başlanmış özerklik sayesinde, bugün Batı’daki bilim insanları devletten ve toplumdan bir saldırı gelme ihtimalinden korkmadan bilimle uğraşabiliyorlar. Bilimin yükü birkaç kahramanın veya birkaç istisnai üniversitenin sırtında değil; artık sayısız bilim insanı ve yüzlerce üniversite, aşağı yukarı benzer niteliklerde bilimsel çalışmalar ortaya koyabiliyor. Bu nedenle de, doğa bilimlerinde ve sosyal bilimlerdeki başarıların büyük kısmı Batı üniversitelerinden geliyor.

Batı’da akademik özgürlüğün kurumsallaşması, üniversitenin ilk ve ortaöğretimden farklı bir statüye sahip olabilmesiyle yakından ilişkili. İlk ve ortaöğretim, toplum ve devlet düzeninin devamlılığı açısından kritik görülüyor. Bu öğretim-eğitim aşamalarında, çocuklara belli toplumsal roller ve kutsal değerler öğretiliyor. Üniversiteye ise, toplum ve devlet düzeninin ve uluslararası sistemin eleştirisini yapabilme, yani iktidar ilişkilerini deşifre edebilme imkânı veriliyor. Üniversitenin lise gibi olması istenmiyor. Hatta Fransa gibi bazı ülkelerde lisenin niteliği üniversite düzeyine çıkarılmaya çalışılıyor.

Türkiye gibi demokrasi ve düşünce özgürlüğünün kurumsallaşmadığı ülkelerde ise, devletin ve toplumun eleştirel analizini yapabilme yeteneğini gösteren sınırlı sayıda üniversite olabiliyor. Bu üniversitelerin bunu yapabilmesi, on yıllardır süren özerklik mücadelesi sayesinde ve bu mücadeleye destek veren toplumsal gruplar sayesinde mümkün oldu. Bu üniversiteler, Türkiye’deki bilimsel başarının büyük bölümünü üretiyorlar, çünkü burada bilimde başarılı olmak için kahraman olmaya gerek yok. Üniversite kendi evrensel kurallarına göre işlediği için, mensuplarını dışarıya (topluma, devlete, kutsal değerlere) karşı koruyor; böylece üniversite mensubu korkmadan, hatta korkuyu aklına bile getirmeden, belli bir kendiliğindenlik içinde bilimle uğraşabiliyor. Fakat Türkiye’deki üniversitelerin büyük çoğunluğunun toplum ve devletten özerkliği yok. Buralarda bilimle yaratıcı bir şekilde ilgilenmek için, yani ilk bakışta görünmeyeni ve görünmesi istenmeyeni bulup çıkarmak için, kahraman olmak gerekiyor (Kahramanlar liselerden de çıkabiliyor. Böyle bir kahraman olduğu anlaşılan İstanbul Erkek Lisesi tarih öğretmeni Seyit Işık, “dine hakaret” ettiği gerekçesiyle geçenlerde sürgün edildi). Fakat kahramanlar da her zaman istisnai olduğu için, bu üniversiteleri ortaokul veya liseden ayırt edebilmek çoğu zaman mümkün olmuyor. Liseden gelen öğrenci, bilimsel ve eleştirel bakış açısını kazanamıyor ve böylece lisede, ailede ve camide öğrendiği “yerli değerler”le yaşamaya devam ediyor. Benzer bir öğrenci, özerk ve dolayısıyla evrensel bir üniversiteye geldiğinde ise, kelimenin tam anlamıyla “şok” oluyor, çünkü o güne kadar öğrendiği yerli bilgilerin evrensellik testine tabi tutulduğunda nasıl paramparça olduğunu görüyor. Dünyası altüst oluyor. Bu altüst oluşa, iktidarlarını sürdürmeye çalışanlar ve ideologlar yabancılaşma, bilim ve düşünceyle uğraşan insanlar ise özgürleşme diyor.

Bugün Türkiye’de, yerel iktidar-propaganda-yolsuzluk-baskı-sömürü ilişkilerini devam ettirmek isteyenler, bunların devamından çıkarı olanlar, bu özerk kurumları varlıklarına bir tehdit olarak görüyorlar. Bu nedenle, evrensel olanı yerliye dönüştürmek, yani az sayıdaki üniversiteyi de lise gibi yapmak istiyorlar. Özerk üniversiteleri, solculuğun, ahlâksızlığın yuvası olarak gösterip, bu kurumların toplum nezdinde kazandıkları göreli saygıyı da yok etmeye çalışıyorlar. Kendileri muhafazakâr ve milliyetçi olsalar bile, ODTÜ, Boğaziçi ve benzeri üniversitelere saygı duyan ve çocuklarını bu okullara göndermek isteyen ailelerin gözünde dahi bu okullar itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. İnönü Üniversitesi Müslüman Öğrenciler İnisiyatifi “ODTÜ yıkılsın, üniversite kurulsun” diye pankart açarken, Tayyip Erdoğan “Sizin neyiniz özgürlükçü,” diyor. “Cizre’ye nasıl girildiyse ODTÜ’ye de öyle girilir” gibi laflar havada uçuşuyor.

Bu saldırıların arkasında, yukarıda vurguladığım gibi, asıl olarak bu evrensel üniversitelerin yerel sömürü-baskı-şiddet-yolsuzluk ilişkilerini açığa çıkarması var. Çünkü gerçek bir üniversitede sadece “öteki”nin analizi ve eleştirisi değil, “biz”in analizi ve eleştirisi de yapılıyor. Örneğin sadece diğer devletlerin emperyalist, sömürgeci, ırkçı politikaları değil, kendi içinde bulunduğu devletin emperyalist, sömürgeci, ırkçı politikaları da irdeleniyor. Sadece Fransa’daki İslamofobi değil, Türkiye devleti ve toplumundaki Alevi, Ermeni, Yahudi ve Kürt fobileri de inceleniyor. Bu sayede, diyelim Jean Paul Sartre ve Frantz Fanon’u okuyan öğrenci, bu düşünürler sayesinde sadece Fransa’nın sömürgeci politikalarını ve sömürgeci aydınlarını anlamakla kalmıyor, kendi devletini ve aydınlarını da anlamaya başlıyor. Çünkü gerçek üniversitelerde, bu gibi metinlerin ve yerel meselelerin evrensel bir okuması öğretiliyor. İşte evrensel bir perspektiften bu kadar nefret edilmesinin nedeni, yereldeki bu iktidar ilişkilerini ve entelektüel ikiyüzlülükleri ifşa etmesidir.

Üniversitenin yabancılığından yakınanların, millilik ve yerlilikten kastettiğinin Sünni Türklük olduğu açık. Yabancılaşıldığı iddia edilen yerli kültür, Anadolu’nun Alevi, Kürt, Rum ya da Ermeni kültürleri değil. Dolayısıyla, bilim ve yerlilik tartışmasındaki asıl amaç, üniversitelerin yerel kültürlere sahip çıkması değil, egemen yerli kültüre boyun eğmesi. Bu başarılabilirse, egemen yerli kültür olan Sünni Türklüğün, büyük ölçüde diğer yerel kültürlerin imhası, inkârı ve asimilasyonuyla oluşturulduğu gerçeğinin de üstü örtülecek. Çünkü özerk ve evrensel üniversiteler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, yerel kültürlerin egemen olanına değil, bütün yerel kültürlere, hatta özellikle de baskı altındaki yerel kültürlere sahip çıkan kurumlardır. Dolayısıyla, evrensel üniversite gerçek anlamda yerel olan tek üniversitedir de. Evrensel üniversiteye yapılan yerli ve milli saldırı, yerelliğin çeşitliliğine de yapılmaktadır.

(Bu yazı Birikim Güncel'de yayınlanmıştır)