Türkiye’de hukuk ya da siyasete azıcık bulaşmış kime sorsanız başkanlık sisteminin Türkiye’nin genetiğine uygun olmadığı yanıtını alırsınız. En kıdemlisinden en gencine anayasa hukukçularından en eskisinden en sonuncusuna cumhurbaşkanlarına, en sağcısından en solcusuna parti liderlerinden her şeyi bilen her renkten köşe yazarına kadar herkese göre Türkiye’nin parlamenter sistemle yönetilmesi kaçınılmazdır, çünkü aksi bir durum diktatörlüğe yol açar.

Kendi kürsülerini tek adam mantığıyla yöneten hukuk profesörleri, partilerinde tek adamlığını sorgulamaya izin vermeyen parti liderleri, gazete köşesinden tek akıl sahibi olmaya soyunan köşe yazarları, cumhurla ilişkisi yıllar önce kopmuş tek adam taklidi sıra numaralı cumhurbaşkanları başkanlık sistemine şiddetle karşı çıkarlar, ama parlamenter sistem hakkında pek de bir şey söylemezler. Ancak, kırk yılda bir birisi başkanlık sistemi derse hep bir ağızdan bağırmaya başlarlar: “Türkiye’deki başkanlık sistemi ABD’ye değil, Latin Amerika’ya benzer. Demokrasi değil diktatörlük üretir. Türkiye için parlamenter sistem kaçınılmazdır.” Konunun tartışılması biraz daha ayrıntı düzeyine indiğinde itirazlar daha da incelir ve başkanlık sistemiyle birlikte Türkiye’nin sağın egemenliğine gireceği, bunu engellemenin yolunun parlamenter sistem olduğu söylenmeye başlanır. Peki bu itirazlar doğru mudur?

TÜRKİYE’DE PARLAMENTERİZM

Bu ülke 1920-1924 arası ve askeri darbe dönemleri dışarıda bırakılırsa 1909’dan beri, yani yüzyıldır parlamenter sistem ile yönetiliyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde Talat Paşa, İttihat ve Terakki Fırkası aracılığıyla, bütün ülkeyi tek adam olarak yönetti. Birkaç kişi ile karar alarak ülkeyi savaşa soktu, Ermeni Soykırımı’nı gerçekleştirdi ve hiçbir muhalefete izin vermedi. Mustafa Kemal Atatürk, 1924’ten itibaren, ölünceye kadar Cumhuriyet Halk Partisi aracılığıyla ülkeyi tek adam olarak yönetti, büyük iktisadi ve toplumsal dönüşümleri gerçekleştirdi. Atatürk’ün ölümünden itibaren İsmet İnönü, gene Cumhuriyet Halk Partisi aracılığıyla ülkeyi tek adam olarak yönetmeyi sürdürdü, savaş dönemi boyunca olağanüstü önlemleri yürürlükte tuttu. Bu dönemlerin hepsinde parlamenter sistem yürürlükteydi, ama tek-parti egemenliğindeki parlamento, tek adam tarafından belirlenen üyeleri aracılığıyla tek adamın isteklerini yerine getirmekten başka bir işe yaramadı.

1945’ten itibaren çok-partili hayatın başlamasıyla birlikte bu tablonun değişmesi umulurdu, ancak 1950’de iktidara gelen Adnan Menderes Demokrat Parti aracığıyla parlamentoyu ve bütün sistemi kontrol etmeyi sürdürdü, Türkiye’ye yeni dönemin sermaye birikim tarzına ve devletlerarası ilişkilere uygun bir tarzda yeniden yapılandırdı. Bu dönemde hem parlamenter sistem vardı, hem de geçmişten farklı olarak çok-partili bir rejim, ama Adnan Menderes tek adamdı. Menderes tek adamlığına dayanarak tek-partili rejimi yeniden kurmaya yönelik çabalar içine girince 1960’da askeri bir darbe ile devrildi. Kısa bir ara dönemden sonra iktidara gelen Süleyman Demirel, Adalet Partisi aracığıyla parlamentoyu kontrol eder etmez tek adamlığa soyundu. Halbuki, parlamenter sistem bunu önlemek için iki kanatlı hale getirilmiş, özerk kurumlar yaratılmış ve her görüşün temsiline uygun bir seçim sistemi benimsenmişti, ama Demirel’in tek adamlığını bu önlemler engelleyemedi. Onu durduran partisi içindeki çatlak ve 12 Mart Muhtırası oldu.

Türkiye 1970’leri iktisadi ve siyasi kriz içinde geçirdi. Bu dönemde hiçbir parti tek başına parlamentoyu denetleyecek çoğunluğa ulaşamadı, ama yapılan pazarlıklarla oluşturulan farklı koalisyonlar sonucunda çoğunluğu ele geçiren ittifakın lideri gücü yettiğince tek adam olmaktan geri kalmadı. 12 Eylül bu karmaşaya son verdiğinde parlamentodaki istikrarın yanı sıra, “devlet istikrarı”nı temsil edecek yeni kurumları da yarattı. Cumhurbaşkanı devletin tek adamı olarak sorunlu alanların hepsinde kendine bağlı kurumlarla istikrarın güvencesi olmaya soyundu, devletin doğrudan ilgilenmesine gerek kalmayan alanlar (iktisat!) ise parlamenter sistem içinde çoğunluğu ele geçiren partiye bırakıldı. Bu dönemde parlamentoda çoğunluğu ANAP’ın lideri Turgut Özal kendine bırakılan alanda tek adam olmaktan bir an bile geri durmadı, boşalır boşalmaz da Çankaya’ya çıkıp devletin de tek adamı olmaya soyundu, ama pişman olup yeni bir parti kurmak için çalışmalara başladı. Aynı Turgut Özal Kürt Sorunu’nun çözümü için çabaladı, federasyon dâhil her şey tartışılsın dedi ve başkanlık sistemini önerdi.

Özal’ın ölümüyle birlikte on yıllık bir karmaşa döneminde koalisyonlar ve post-modern bir darbe yaşadık. Parlamenter sistem tek adam yaratmayı başaramadığı için işlemez hale geldi ve nihayet 2002’de AKP parlamentoda çoğunluğu sağlayarak bütün engellemelere rağmen istikrarlı bir yönetim oluşturmaya soyundu. AKP iktidarı döneminde devlet istikrarını temsil eden Cumhurbaşkanı ile parlamento istikrarını temsil eden Recep Tayyip Erdoğan tek adamlık çatışmasına girdiler. Bu çatışmayı sonunda kendi adayını Cumhurbaşkanı seçen parlamento çoğunluğu kazandı. Bugün Recep Tayyip Erdoğan, tıpkı Turgut Özal gibi Türkiye için başkanlık sistemini öneriyor ve tıpkı Özal’a yapıldığı gibi kendi partisi bile buna karşı çıkıyor. Türkiye’nin parlamenter sistemle yönetildiği yüzyıllık sürede, hiçbir siyasi sorunu çözülemediği gibi parlamenter sistemin neden olduğu sorunlara çözüm amacıyla yapılan düzenlemeler sistemin çalışmasını ortadan kaldıracak bir noktaya varmış durumda. Yeni cumhurbaşkanının halk tarafından seçileceği de düşünülürse, Türkiye’de fiili bir yarı-başkanlık sisteminin geçerli olduğunu söylemek bile mümkün. Bu koşullarda yüzyıllık olumsuz geçmişine rağmen parlamenter sistemi savunmak, üstelik bunu ülke genetiğiyle açıklamak ne dereceye kadar doğru?

BAŞKANLIK SİSTEMİNİ TARTIŞMALIYIZ

Bu coğrafya Pers İmparatoru Darius’tan bu yana, aşağı yukarı 2500 yıldır sırasıyla Roma, Bizans ve Osmanlı tarafından aşağı yukarı aynı şekilde yönetilmiş: 14-18 arası eyalet, merkezden atanan vali ve geniş bir özerklikle… Bugün neredeyse Büyük Britanya ve birkaç küçük Avrupa ülkesi bir yana bırakılırsa sürekli sorun üreten bir sistemi savunmak yerine geçmişin mirasıyla günün gerçeklerini ve evrensel değerleri harmanlayan bir sistem için çabalamak daha anlamlı değil midir? Bu sistem yerel olarak sınırlanmış, yasama ile bağı koparılmış ve yargı tarafından etkin bir biçimde denetlenen başkanlık sistemi neden olmasın? Başkanlık sisteminin yüzyıldır yaşadıklarımızdan daha kötü bir sonuç üreteceğini nereden biliyoruz? Türkiye’nin başta Kürt Sorunu olmak üzere sorunlarının çözümü için en uygun sistemin başkanlık sistemi olabileceğini en azından tartışmamız gerekmez mi? Yüzyıldır farklı seçim sistemleriyle değişik versiyonları uygulanan ve sorunlara çözüm olmak bir yana çözümü giderek imkânsız hale getiren parlamenter sistem aşkının mantıklı bir açıklamasını öne sürecek bir uzman var mı? Başkanlık sistemine karşı çıkanların asıl nedeni yapmacık uzmanlıklarının ve liderliklerinin sorgulanma korkusu olabilir mi? Soruları çoğaltmak mümkün, yanıtları ise en azından tartışmalıyız.

Unutmayalım ki, Latin Amerika ülkelerindeki diktatörlükler büyük ölçüde askeri darbelerin sonucunda ortaya çıkmıştı. Temsili demokrasinin yürürlükte olduğu son yirmi yıldır bu ülkelerin büyük çoğunluğunda sol liderler geniş koalisyonlar oluşturarak başkanlık seçimlerini arda arda kazanıyorlar. Ortaya seçilmiş diktatörler çıkması bir yana bu ülkelerdeki demokrasi standartları durmaksızın yükseliyor. İslam kültürünün egemen olduğu toplumlarda bu tür bir demokrasinin gelişemeyeceğini, solun asla iktidar olamayacağını -açık ya da gizli- ileri sürmek ise en basitinden Batı merkezli bir bakış açısıyla kör olmaktan öte bir anlam taşımaz. Unutmayalım ki, bir siyasi çizginin başarılı olup olmaması her şeyden önce kendine ve halkına duyacağı güvene bağlıdır.