Saddam Hüseyin Abdülmecid El-Tikriti, Arap milliyetçiliği ile Arap sosyalizminin bir karışımı olan Baasçılığı benimsemiş olan ve bu anlayışı iktidara taşıyan aynı zamanda 1968 darbesinde anahtar rol oynayan kişi.

Saddam Hüseyin, 1979'da resmen Irak'ın devlet başkanı olmasına rağmen aslında bu tarihten çok daha önce ülkenin gerçek iktidar sahibi olmuştu. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmed Hasan El Bekir'in yardımcısı olarak, Baas hükümetini yıkabileceğini düşünen ülke içindeki pek çok güç odağına karşı "doğrudan kendisi tarafından yönetilen güvenlik güçleri oluşturdu."

1970'li yıllar boyunca petrol gelirleriyle Irak hızlı bir ekonomik büyüme yaşarken Saddam Hüseyin de devlet aygıtı üzerindeki otoritesini giderek sağlamlaştırdı. Bu dönemde Irak nüfusunun yalnızca beste birini oluşturmalarına rağmen "Sünni Araplar" pek çok kilit yönetim kademesine getirildi.

Hükümeti devirmeye çalışan veya bağımsızlık çabasına girişen Şiiler ve Kürtlere karşı pek çok kez sindirme girişiminde bulundu. Ülkesini adeta bir kışla devletine çeviren Saddam Hüseyin, İran-Irak ve Körfezsavaşlarından sonra iktidarını demir yumrukla yönetmeye devam etti.

İsrail'e karşı olan tutumuyla özellikle Arap dünyasında belirli bir saygınlık kazanmış olmakla birlikte, özellikle Batı dünyasında genel olarak zalim bir diktatör olarak tanımlandı. Tabi bu perde arkasından destek görmediği manasına gelmiyor!

Saddam Hüseyin'in, 1986-1988'de Irak'ın kuzeyinde Kürtlere karşı düzenlettiği El-Enfal Harekâti korkunç bir trajediyle son buldu.

16 Mart 1988'de zehirli gaz bombalarını taşıyan uçaklar Halepçe kasabasına bombardıman düzenlendi.

Halepçe'de 5.000'den fazla insan öldü, binlerce insan yaralandı, binlercesi sakat kaldı.

Saddam Hüseyin'in demir yumruk zulmünden geriye Halepçe'de kundaktaki bebeğinin üzerine kapaklanarak can veren babanın hazin sonu, çığlık çığlığa koşan iki kız kardeşin unutulmaz dramı kalacaktı.

"Sessiz Tanık" fotoğrafıyla Halepçe Katliamı'nı dünyaya duyuran gazetecilerden Ramazan Öztürk, "O gün dünya Halepçe’nin hesabını sorabilseydi, Beşar Esad kimyasal silah kullanamazdı" diyecekti.

2003 yılında kitle imha silahlarına sahip olma ve El Kaide ile ilişkileri olduğuna dair suçlamalarının hedefi olan Saddam Hüseyin'i iktidardan indirmek için ABD ve Britanya öncülüğündeki koalisyon güçleri Irak'a savaş açtı.

Harekatın başlamasından üç hafta sonra, 9 Nisan 2003 tarihinde başkent Bağdat'ın koalisyon güçlerinin eline geçmesiyle Saddam Hüseyin iktidarı sona erdi, kısa süre sonra da Baas Partisi yasaklandı.

1982'de Düceyl'de 148 Iraklı Şiinin öldürülmesinden sorumlu tutularak idam cezasına mahkum edildi. 2006'da asılarak idam edildi.

"Ateş etmeyin! Ateş etmeyin! Ben Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin! Ateş etmeyin!"

Yakalandığı andaki ilk sözleri bunlar oldu. İktidarı devrilmişken bile kendisini iktidar sahibi olarak görmesi "diktatör hastalığı" olsa gerek!

"Yargılandığı mahkemede kendisine yöneltilen suçlamalar karşısında, "Allah işgalcilerden büyüktür" demek de ona nasip oldu."

Milliyetçi bir diktatörün sıkıya gelince dinden nemalanmayı iyi bildiğinin kanıtıydı bu sözler.

Geriye dönüp baktığımızda "doğrudan kendisi tarafından yönetilen güvenlik güçlerini oluşturması" Saddam Hüseyin için diktatörlüğe geçişin en kuvvetli adımdır.

Sıkı yönetimle idare edilen bütün ülkelerde  bunun izlerini görmek mümkündür.

Saddam Hüseyin diktatörlüğü açısından en trajik bir yönüyle en vahim durum Bağdat'ın koalisyon güçlerinin eline geçmesiyle ortaya çıktı.

Firdevs meydanındaki devasa heykelin yıkılması bu vehmin bizatihi kendisiydi.

Korku tünelini aşamamış insanların kopuk sevinç gösterileri, diktatörün devrildiğine inanmayan çoğunluğun suskunluğu, heykele ayaklarındaki terliklerle vuran insanların çılgın halleri,  bunların hepsi korkunun  diktatörlükle bütünleştiğinin resmiydi.

Demokrasinin ihtiyaç duyduğu şey öz güven ve özgür ruhtur, lakin baskı yönetimleri korkuya ihtiyaç duyarlar.

Buradan hareketle Türkiye'nin gidişatına bakmakta fayda görüyorum.

Tayyip Erdoğan ve Saddam Hüseyin'i bir arada anmak bile korkuyla beslenen, sadakati sağlamak için rüşvetle yemlenen kitlesini kızdırabilir lakin benim amacım şeytanın avukatlığına soyunmak yani süreçleri ve benzerlikleri açıklayarak durum tespiti yapmak.

Vicdanlarda yarattığı tahribat bakımından Halepçeye benzetilen Roboski katliamı sonrası Selahattin Demirtaş'ın bu sözleri üzerinden Saddam rejimine gidişatın fotoğrafı çıkarılabilir.

"Eğer böyle bir açıda da Türkiye birleşemiyorsa, eğer böyle bir açıda ortaklaşma yaratamıyorsa,  Kurdun acısı Kurde deniyorsa,  bu ülke zaten bölünmüştür."

Roboski katliamı veya Uludere operasyonu, 28 Aralık 2011 akşamı Türk Hava Kuvvetlerinin, Şırnak'ın Uludere ilçesi yakınlarındaki Irak topraklarında savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda 34 Kürt kökenli vatandaşın hayatını kaybetmesi olayı.

Devletin açıkla terbiye etmeye çalıştığı insanların yaşam savaşıydı kaçakçılık.

Bu bakımdan devletin yaptığı kanıksanmış bir refleksi işaret ediyor. Kendilerince makul olan buydu; cezalandırmak...

Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek yetmiyor, hem öldürüp hem de sıtmaya mahkûm etmek kendilerine yakışandı ve bunu yaptılar.

"Saddam Hüseyin daha evvel bu cezalandırmayı yaparak yolunda yürümeye hevesli yönetimlere ilham olmuştu."

Olayın ardından İnsan hakları heyeti, Uludere'de 34 insanın öldürülmesini yargısız infaz olarak değerlendirdi ve olayı toplu katliam olarak nitelendirdi.

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu konuyla ilgili hazırladığı raporda olayda kasıt olmadığını, devleti kollama refleksini öne çıkararak ifade etti.

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı olayla ilgili soruşturma hakkında Haziran 2013'te görevsizlik kararı verdi ve dosyayı Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı'na gönderdi.

Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı gerekçeli kararında, "gerek şüphelilerin gerekse olayda görev yapan diğer TSK personelinin, TBMM ve Bakanlar Kurulu kararları çerçevesinde "kanunun emrini icra" kapsamında kendilerine verilen görevi yerine getirdikleri, emri icra sırasında "kaçınılmaz hataya" düştükleri, dolayısıyla eylemleri hakkında kamu davası açılmasını gerektiren sebep bulunmadığının anlaşıldığı"  denilerek takipsizlik kararı verdi.

Halepçe'de katliam emri veren "kimyasal Ali'de" kendisini aynen böyle savunuyordu. Verilen emri icra ettim diyordu.  Amacımız insanları öldürmek değildi,  devletin gücünü isyancılara tahkim etmekti.

Bütün diktatörler devletin gücüne sığınır ve bütün kötülükleri "devletin menfaati" gibi soyut bir kavramın içine atıverirler.

"Güç pekiştikçe zulüm artar."

Gücünün zirvesinde İsrail'le köprüleri atan Erdoğan, bir zamanların Saddam Hüseyin'i gibi Arap sokaklarının gözdesi oldu. İçte siyaseten dara düştüğü anda İsrail'e zehir zemberek laflar etmeyi ihmal etmedi.

Mezhecilik üzerine kurduğu dış politika Suriye'de duvara toslayınca,  Sünniliği siyasetin merkezine almaktan hiç tereddüt etmedi. İŞİD terörünü finanse ederek yeni bir ölüm dalgasına sebep olmanın yanısıra "Sünni faşizm" kavramının da yaratıcısı oldu.

Saddam Hüseyin'in Tikrit Arap Krallığından, Sünni Bağdat Cumhuriyetine dönüşün hikayesiydi,  Erdoğan’ın serüveni de Kemalist Cumhuriyetten Sünni hilafete koşar adım ilerliyor.

Seçim döneminde gür bir sada ile "Allah için siyaset yapıyoruz" diyen Erdoğan,  Mahkeme heyetine "Allah işgalcilerden büyüktür " diyerek Arap alemine din afyonu dağıtan Saddam Hüseyin'e nasıl da benziyor.

Saddam Hüseyin, Baas hükümetini yıkabileceğini düşünen ülke içindeki pek çok güç odağına karşı "doğrudan kendisi tarafından yönetilen güvenlik güçleri oluşturdu."

Sanırım Türkiye açısından benzerliğin mihenk taşı budur,  yani bir nevi komitecilik olan kendisine bağlı silahlı güç oluşturma düşüncesi.

Bir lider neden kendisine bağlı silahlı güç oluşturmak ister?

Aslında bu soruyu sorarak da başlayabilirsiniz.

Erdoğan'ın oluşturmak istediği "Sünni Saddamist" rejim Kürtlerin bölgesel direncinden farklı olarak bütün ülkeyi kapsayan Gezi olaylarından sonra ete kemiğe büründü.

Erdoğan'ın  hükümetini yıkabileceğini düşündüğü olaylar sırasında "polisimiz destan yazdı" demesi aslında diğer güç odaklarına karşıda mevzi kazanmak içindi.

Polisin arkasında durduğunu belirtmek suretiyle silahlı bir güce sahip olduğunu, olayların son bulmaması durumunda akıbetin kötü olacağını ilan ediyordu.

Mustafa Kemal'in cephede askere " ben sizlere savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum" demesi ile Erdoğan’ın lümpenlik yaparak polisi kendi muhaliflerine karşı destan yazmaya teşvik etmesi benzerlik taşısa da, Erdoğan’ın karşısında duranların işgal kuvvetleri olmayıp sivil vatandaş olması diktatörlüğün yakın çekim fotoğrafiydi.


Adım adım otoriterleşme bu şekilde "Sünni Saddamist" modele dönüşürken, liberallerin "ikinci cumhuriyet" hayali de, Gezi'de daha fazla demokrasi diye talepte bulunan insanların da bir süre daha demokrasiyi hayallerde yaşayacakları "deve eşek" metaforundan daha açık net ortada.