Mustafa Güçlü / Demokrat Haber

Toplumcu şiirin yeniden toparlanmaya çalışıp üzerindeki bohem ve post-modern tozlardan silkinmeye başladığı bu günlerde “Şiirle iki dilde çığlık atıyorum. İnsanlara bu coğrafyanın acılarını, zulmünü, ölümüne aşklarını, onurlu kavgalarını anlatmaya çalışıyorum.” diyen şair ve iletişimci A.Rahim Kılıç ile şiir ve edebi sanatlar üzerine kısa bir söyleşi yaptık. Şiiri sokakta bir duvar sloganı olmaktan kurtarıp bir devrimcinin sloganına ilham yapmak ve kapkaç kültüründen kurtarmak gerektiğini belirten A.Rahim Kılıç sorularımızı yanıtladı.

Mustafa GÜÇLÜ: Okuyucularımıza kendinizi kalıplaşmış ifadeler dışında sizi en iyi şekilde yansıtacak sözcüklerle tanıtın desem neler söylersiniz?

A.Rahim KILIÇ: Zor sorudur kendini anlatmak. Sanatsal üretim çabasında debelenen insan tek kişilik değildir ki, kendini basmakalıp cümlelerle tanıtabilsin. Çok düşsel bir yaşamın arayıcısı olan kişi, aynı zamanda çok kimlikli bir kişiliktir. A.Rahim, şiir serüvencisidir ve sinema sevdalısıdır, diyebilirim. Yıllardır çeşitli yerel ve ulusal dergi, gazetelerde yazıyorum. Yine radyo ve televizyonlarda sanatsal içerikli programlar hazırlıyor ve çoğunlukla sunuyorum. Bu alanda binlerce program yaptım, sundum. Edebiyat alanında ise Türkçe yazılmış iki şiir kitabım (Cebimdeki çakıl Taşları, Yasaktır Bu Aşktan Çıkmak) ve toplumsal gerçekçiliği Gorki’nin penceresinden irdeleyen bir inceleme kitabım var. Kürt olduğum için ana dilimde de yazıyorum. Yayımlanmış bir derleme, öykü kitabım var. Ceylanpınarlıyım ve şimdilik radyo-televizyon alanında eğitimciyim.

MG: Şairlerin geçmiş yaşantıları özellikle çocukluk çağları onların şiir yolculuğunda önemli yer tutar. Çocukluğunuzda yaşadıklarınız şiirinize nasıl yansıdı. Sizi şiire yönlendiren ya da şiir yazmanızda etkili olan özel biri var mı?

AK: Tabiki çocukluk ve yaşanmışlık sanatsal yaratımda ve kişiliğin oluşmasında çok önemli bir etkendir. Urfa ve Mardin’de aşiret ortamında büyüdüm. Tüm çocukluğum Kürtçenin duru sularında rengini buldu. Evimizde, sokağımızda Kürtçe konuşurduk. Her daim evimize Kürt ozanlar, dengbejler gelirdi. Onların okudukları stranlar, kelamlar, kasideler ile büyüdüm. Annem arif bir kadındı, bana kişiliğimi kazanmamda elbette her anne gibi çok etkisi oldu. Binlerce ninni, halk destanını, sergüzeşti onun akıcı ve betimsel dilinden öğrendim. Yine amcam Bubo, ışıklar içinde uyusun, tam bir bilgeydi. Binlerce söylenceyi ondan dinledim. Toplumda konuşunca herkes susar, onun anlattığı hikâyeleri dinlerdi. Bunlar benim edebiyata ve sanata gönül ufuklarımı açmamda inkâr edemeyeceğim kadar belirleyici oldu. Tabi bir de sanatın veya en azından benim şiir, yazı ve programlarımın politik yönelimi var. İşte bu noktada tam tersi ailemin sade ve vakur duruşunun tersine isyankâr bir tavra sahibim. Çocukluğum 12 Eylül darbesinin tüm toplumu bir silindir gibi ezdiği, ama özellikle Urfa’yı yerle yeksan edip üzerine dincilik sosunu katıp tost haline getirdiği bir ortamda geçti. Evinden gece yarıları alınıp dönmeyen komşuların, ablaların, ağabeylerin ardından yakılan ağıtlar ve çığlıklar tanıklığında geçti. Her çığlık kalbime bir çizik bıraktı, her ağıt hayatıma bir öfke kattı. Bu öfkeyle büyüdüm ve edebiyatı sesimi, çığlığımı, ağıtımı duyurabileceğim bir mecra olarak seçtim. Seçtim belki de yanlış sözcük, edebiyat artık yaşamımın temel yönlendiricisi desem abartı olmaz. Ben de şiirle, öyküyle ve iki dilde çığlık atıyorum. İnsanlara bu coğrafyanın acılarını, zulmünü, ölümüne aşklarını, onurlu kavgalarını anlatmaya çalışıyorum.

MG: Şu an çeşitli internet sitelerinde ve Tigris gazetesinde sanat ve edebiyat üzerine yazılarınızı yayımlamaktasınız. Belirli zaman dilimlerine bağlı kalarak düzenli yazmanın ve üretmenin zorlukları nedir? Pandemiyle birlikte zoraki tecrit günlerinin gönüllü hapisliğinde sanatsal çalışmalarınız nasıl gidiyor, yeni bir kitap çalışmanız var mı?

AK: Aslında sevgili şairim, ben epey dağınık yaşıyorum. Pek disiplinli de sayılmam. Şiir dışında yoğun bir gazetecilik, radyo, televizyon uğraşlarım da var, biliyorsun! Her şeyin her an değişebildiği bu coğrafyada ne yazacağım sıkıntısı hiç yaşamıyorum, tam tersine yazacak o kadar çok şey var ki. Her gün aralıksız hak ihlallerinin olduğu, her dakika doğanın tahrip edildiği, insanların yarısının iktidar tarafından terörize edildiği, hırsızlığın, arsızlığın tavan yaptığı, kadın cinayetlerinin, çocuk tecavüzlerinin olağanlaştığı bu olağanüstü yönetimli ve olağanüstü güzel ülkemde her konu var, ama o konuları özgürce yazabilmek yok! Pandemi zaten başka bir süreç, daha önemlisi ülke yönetimin pandemik halde oluşu. Sadece köşe yazılarımız değil, şiirlerimiz bile oto sansürlü artık. Büyük dediğimiz şairlerin son yıllardaki şiirlerine, yazılarına bir bakın. Toplumsal yapıdan, özgürlükçü düşünceden, halk devrimciliğinden nasıl koptuklarını görürsünüz. Bireysel olana, postmodern olana, bohem olana kapıldıklarını görürsünüz. Ülke bir içe kapanma hali yaşıyor, asıl pandemik olan budur.

Diğer yandan gerçekten şair kendini bozdu. Elbette şiir de bozuldu. Biliyorsunuz, son zamanlarda yine şiir ödülleri tartışılıyor. Kırk birincilik alsan ne fayda, ödüllerin inandırıcılığı kalmadı. Şaire olan güven dibe vurdu, şair şiiri öldürdü. Yıllar önce duygusuz, plastik şiirler yazılıyor demiştim. Günümüzde yazılan birçok şiirin toplumsal karşılığı yok. Şiir işçinin çatlak topuğunu, memurun yırtık pantolonunu görecek. Öğrencinin sınav cehennemini hisseden şair gördünüz mü? Milyonlarca öğrenci KPSS, YKS, LGS denen sistem zulmüyle mücadele ediyor, hani bunun şiiri, hani bunun öyküsü, hani bunun filmi? Hani yakılan ormanların, talan edilen dağların, kaybedilen insanların, Cumartesi annelerinin şiiri, romanı? Maalesef Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Necati Siyahkanlar yok, biz varız, biz de birbirimizle ve küçük dünyalarımızda minyatür aşklarımızla avunuyoruz.

MG: Türkçe-Kürtçe her iki dilde de ürettiklerini yayımlamayı seçen nadir yazarlardan birisiniz. Okuyucuya ulaşması bakımından Kürtçe yayımlanan eserlere karşı okurda bilinçli bir yaklaşımın geliştiğine inanıyor musunuz? Malum koşullarda kendi anadilinizde yazmanın okuyucuyla buluşturmanın zorlukları nelerdir?

AK: Ah, güzel şairim, bir dilin öğretim ve eğitim olanakları yoksa o dil okurunu nasıl bulsun? Devletin tüm olanaklarıyla ve acımasız bir şekilde kendi eğitim koşullarını dayattığı bu sistemde Kürtçe kendi okurunu maalesef bulamıyor. 21. Yüzyılda hâlâ anadilde eğitimi tartışmaktan utanmalıyız. İslami kardeşlik jargonu arkasına saklanmış ırkçılıktan utanmalıyız. Modern görünen cumhuriyetçi ulusalcılıktan utanmalıyız. Mesele Kürtler ve Kürtçe olunca sistemin sahipleri, muhalifleri aynı hamamda buluşuyor, aynı tastan içiyor. Her şeye rağmen Kürtçede ısrar eden bir yazar kitlesi var, ben de bunlardan biriyim. Kimse okumasa da anadilimde yazmaya devam edeceğim. Tarihe not düşülsün diye yazıyorum. Yeni nesil neredeyse tamamen Kürtçe bilmiyor. Okullarda yaş sınırını 5’e indirmenin amacı asimilasyonu tam yerleştirmekti. Bunda başarılı olundu. Korkarım ki bir elli yıl sonra Kürtçe konuşanı bu coğrafyada bulmak folklorik öge olacak.

MG: Son günlerde gündemden düşmeyen bir tartışmaya sözü getirmek istiyorum. Çünkü uzun zamandır “Türkçe Edebiyat ”,”Türk Edebiyatı” üzerinden çok hararetli bir tartışma yürütülüyor. Bu konuya ilişkin düşünceleriniz nedir?

AK: Samimi söylemek gerekirse sunî bir tartışma olarak görüyorum. En azından benim için anlamı yok. Türkçe yazan bir Kürt olarak yazılarımın Türk dili ve kültürüne hizmet ettiğini biliyorum. Türk edebiyatı veya Türkçe edebiyat deseniz ne değişir ki? Hangi dilde yazarsanız o dile mensupsunuz. Olmak istemiyorsanız ana dilinizde yazın, sonra da diğer dile çevirin. Sevgili Mehmet Uzun eserlerini Kürtçe yazıp sonradan Türkçeye çevirdi. Kimse ona Türk edebiyatçısı, Türk yazar demiyor! Bırakın insanlar iletişimsizlik çağında kendilerini en kolay nasıl ifade ediyorlarsa o dilde yazsınlar. Yanlış anlaşılmasın, ana dil eğitimi kanallarını politik olarak tıkamadan elbette.

MG: Şiir yarışmaları ve ödüller üzerinden sürekli gündemden düşmeyen tartışmalar yürütülüyor. En son Arkadaş Zekai Özger şiir ödülü tartışmalara yol açtı. Bu arada siz de 2008 Homeros şiir yarışmasını kazanan ödüllü bir şairsiniz. Piyasacı edebiyat tarafından bir pazarlama stratejisine dönüştürülen” yarışmalar ve ödüller” hakkındaki düşünceleriniz nedir?

A.K. İçimden gülmek geliyor, demin de değindim. Kırk birincilik ödülü alsanız ne değişiyor? Şiirin okur nezdinde okunurluğu belli, şairin halk gözünde değeri belli. Şairin sorumsuz ve ciddiyetsiz tavrı, şiirin aurasını düşürdü. Şiir kendi köşesine çekildi ve yeni kâşiflerini bekliyor. Yaşamın kılcal damarlarını yakalamadığınız sürece şiir yazamazsınız. Her karşılaştığı kadına veya erkeğe ilan-ı aşk malzemesi değildir şiir. Şair hayata ve çığırından çıkmış olağana müdahale etmediği sürece gerçek şiiri üretemez. Şiir bir yaratım süreci değil, bir üretim mücadelesidir. Kaynağı insandır, imgesi insan emeğidir. Kutsallığını söylenmemiş sözden değil, dokunulmamış yarayı onamasından alır.

Tabiî ki şiir ödülleri sadece son günlerde değil, uzun zamandır tartışılıyor. Jürilerin tarafsızlığı, kafa kol ilişkileri, yayınevi tekelleri herkesin malumudur. Zaten birincilik ödülü alan şair de kısa sürede ödülün anlamsızlığını fark ediyor. Samimi olmak gerekirse ödül aldım, ama ne oldu ki, satış mı arttı, şöhret mi oldum, ne oldu, hiç! Diğer yandan ödül jürilerinin “ödül verme gerekçe”leri diye bir saçmalık var. Bazen çok komik ifadelere rastlıyorum ve o an Aziz Nesin’in ruhunu yad ediyorum. Hiçbir dizesinde toplumculuğun kırıntısı olmayan bir kitaba “bireysel olanda toplumculuğu vermedeki başarısı” diye birincilik ödülü vermişlerdi. Allah Allah, kitabı yanlış mı okudum dedim, merak edip yeniden tüm kitabı daha detaylı okudum. “Bireyseldeki toplumculuğu” yakalayamadım. Hatta seni arayıp bir de sen oku, dedim hatırlarsan. Birkaç şair ve yazar arkadaşa daha okuttum. Biz toplumculuğu bulamadık, ama değerli(!) jüri bulmuştu. Ne diyelim, şiir ciddi bir iş, şair ciddiyetsiz!

Ayrıca benim de imzacısı olduğum yeni bir girişim var. Hiçbir şiir ödülü yarışmasına(!) katılmayacağız konulu, aynı zamanda şiire yeni bir toplumcu perspektiften bakan bir girişim, biliyorsun. Şiiri belki yeniden asil kulvarına, patikalara, dağ yollarına, işçinin alın terine, öğrencinin sloganlarla sıkılı yumruğuna, kadınların onurlu direnişine, kısacası hayatın gerçek sahiplerine ve renklerine getirir. Şiiri sokakta bir duvar sloganı olmaktan kurtarıp bir devrimcinin sloganına ilham yapmak gerekir. Şiiri kapkaç kültüründen kurtarmak gerekir.

MG: Günümüzde toplumcu şiir bütün mecralardan kovulmak üzere ve çok yönlü bir kuşatma altında. Kültür endüstrisinin yarattığı süreçte bir meta haline gelen edebi ürünün niteliğini göz önüne alırsak piyasacı edebiyata karşı “Devrimci Gerçekçi “şiir nasıl bir süreci örgütleme sorumluluğuyla karşı karşıya?

AK: Bu tespitine katılmam mümkün değil. Toplumcu şiir kendi mecrasında akıyor. Duru bir su dalga olmayı bekliyor. Sanal medyanın sosyal medya olarak tanımlandığı iletişimsizlik çağı dediğim bu bencillik günlerinde medyanın içeriği yine medya sahipleri tarafından doldurulmaya çalışılıyor. Kitleler manipüle edilerek popüler olana yönlendiriliyor. Ama toplumcu şiirde bu mecralarda kendi çizgisini kuruyor. Bu yüzden toplumcu şiire emek verenlerin daha görünür olması için aslında büyük bir olanak ve bu olanaktan yararlanmak gerekiyor. Sanal medya, edebi ürünün bir meta haline getirilme çabalarına karşı bir mücadele alanı da sunuyor. Bu alanı boş bırakmamak gerekir. Devrimci şairler, toplumcu şiire emek verenler daha çok içerik üreterek mecraları doldurmalıdır. Eşyanın doğası boşluk kaldırmıyor. Boş bırakırsanız başkası doldurur! Ben umutluyum, küresel ısınmanın, doğa tahribatının, savaşların, yoksulluğun bunca arttığı günümüzde görev, toplumcu şairin, toplumcu sanatındır. Şiir tarihsel rolü gereği öncü sanat damarıdır. Şiiri, sinemayla, tiyatroyla, öyküyle, romanla buluşturmanın yollarını aramak gerekir. Toplumun kendini boşlukta hissetmesi ancak bu damardan akacak kanla engellenebilir.

MG: İçe dönük bireysel sanat anlayışına karşı bu gidişattan hoşnut olmayan devrimci sanatçılar birlikte hareket etmenin zeminini yaratabilir mi? Yani bir karşı duruşun işaret fişeği sayılacak bir karşı oluş hali inşa edilebilir mi?

AK: Neden olmasın? Ortada büyük bir sıkıntı var ve aşılması gerekiyor. Dediğim gibi sadece şiir için değil, tüm sanat disiplinleri için geçerlidir bu dediklerim. İşte yapmaya çalıştığımız şey de bu. Devrimci şairler, sanatçılar bir araya gelmenin koşullarını zorlamalıdır. Fakat eskinin kalıplarıyla değil, yeni olanla, özgür olanla, Marksist bir dogmatizmle değil, sorgulayıcı, açımlayıcı bir bakış açısıyla adeta yeni bir Frankfurt Okulu olabiliriz. Üstelik kitle iletişim araçlarının ve erişilebilirliğin bunca ucuz ve basit olması işimizi de kolaylaştırıyor.

MG: Günümüz şairleri arasında severek okuduğunuz, şiirinizle aynı damardan beslendiğine inandığınız kendinize yakın bulduğunuz şairler var mı? Bu yakınlığı belirleyen ölçütler nedir?

AK: Keşke yaşayan şairleri sormasaydın, ben çok okuyan biriyim. Bir de gazete köşemde ve radyo-televizyon programlarında tanıtım yaptığım için her gün bana yeni kitaplar gönderiliyor ve kesinlikle emin olun ki hepsini satır satır, dize dize okuyorum. Elbette sevgili Mustafa Güçlü seninle yirmi yılı aşan bir şiir kardeşliğimiz var ve bizi birbirimize yakınlaştıran şey şiire dair yaklaşımımızdı. Şöyle ağız dolusu, içtenlikle tam bir şair adı veremeyeceğim. Yanlış anlaşılmasın beğendiğim birçok şair var, ama o şairlerin birçok anlamsız şiiri de var maalesef!

MG: Son söz olarak neler eklemek istersiniz?

AK: Bir bütün olarak şiirin ve edebi sanatların yanında diğer sanat dallarında da benzer sıkıntılar var. Hem kendi mecralarını anlamlandırma, hem işbirliğini geliştirme, hem ödül sistemine dair şaibeler ve haksızlıklar diğer dallarda da tartışılıyor. Yarışmanın olduğu her yerde şike, kayırma, şaibe tartışmaları olur. Sanatın estetik ölçütü nedir, ne olmalıdır bu tartışılmalıdır. Son söz olarak:

Şair, şiiri öldürme, içinde sen varsın.