Şimdi iki farklı kesimin dostları tarafından da “ne ilgisi var bu iki grubun birbiriyle” denilebilir ancak diyalektik bize Marx’dan çok önce bile Coincidentia oppositorum’dan (karşıtların birliğinden) bahseder, aslında doğada ve toplumda karşıt olarak gördüğümüz olguların varlık nedenlerinin karşıtlıklarından kaynaklanan ortak bir birlikten türediklerini görürüz . Ötekine, anlayamadığına düşmanlık özünde yabancı düşmanlığının farklı bir tezahürüdür ve kaynağını binlerce yıl öncenin ötekine karşı bir arada olmak anlamına gelen sürüleşme ve kabileleşme şeklindeki ilkel organizasyonlarından alır. Bir farkla ki ilkel topluluklar için bu tutum “a posteriori” (deneyden sonra) durumken günümüzde büyük ölçüde “a priori” (deneyden önce) bir durumu tekabül eder.

Bu gün çok farklı sahalarda yaşadığımız tüm problemlerinin üretici gücü bizzat bu yabancı düşmanlığıdır. Hatta biraz daha ileri giderek şu tespiti yapalım, çok hızlı yaşadığımız toplumsal değişim ve dönüşüme bağlı olarak kendimize de yabancılaştığımızdan kendimize yönelik tutumlarımızın da düşmanca olduğunu ve genel olarak yaşadığımız huzursuzlukların, gerginliklerin nedenin de bu olduğunu pek ala söyleyebiliriz. Bu bağlamda, sizi Samsun’da istemiyoruz ve sizi burada konuşturmayacağız, çünkü “burası bizim şehrimizdir,” çünkü siz bölücüsünüz, teröristsiniz diyen gençlerle, “Üniversiteler bizimdir” deyip hükümet üyesi bir bakandan, başbakanı, Türk milliyetçisi bir akademisyen veya siyasetçiyi, İslamcı bir gazeteciyi, kendisi gibi düşünmeyen solcuyu konuşturmayan ve hatta onun varlığına bile tahammül edemeyen anlayış ortak bir kaynaktan beslenmektedir ki o iktidar fetişizmidir. Bu haliyle “Ya Sev ya Terk Et” sloganıyla hareket eden milliyetçi “hassasiyet” ile “Üniversiteler Bizimdir” diyen devrimci “duyarlılık” ortak bir zihin dünyasının ürünüdürler.

Gücü elinde tutanın hakikatin ne olduğunu belirleme tekeline de sahip olma konforudur insanları ötekine böylesi tepkisel yapan. Ancak bu saldırgan yok edici tepkisellik bizatihi bu nefret sarmalının üreticisidir. Türkiye’de “farklı” ve hatta birileriyle “mücadele” halindeki farklı toplumsal ve politik kesimlerin “mikro iktidar alanlarına” ve buradaki hakim mantık ve ilişki ağına baktığımızda bu “farklılık” iddiasındaki kesimlerin aslında birbirilerine fena halde benzediklerini görürüz. Bu halleriyle makro iktidar aslında kendisini taklit eden bu mikro iktidarların mücadelesiyle kendini var eden yönetsel bir organizasyondan başka bir şey değildir.

Yaşam hakkı da, düşünceyi ifade etme hakkı da, protesto etme hakkı da en temel haklardır.

Ama eğer üçüncüsü ilk ikisini ortadan kaldırmaya yönelik bir hal almışsa o artık protesto değil saldırıdır.

Ve artık böylesi saldırıların rutinleştiği, normalleştiği “milli” veya “devrimci” bir refleks olarak görülüp alkışlandığı travmatik bir toplumda yaşamayı hak etmediğimizi düşünüyorum.

İster “titreyip kendinize gelin,” ister sulha gelin” ey ülkemin insanları yoksa her şey mahvolacak.

Özetle söyleyecek olursak mücadele edilmesi gereken asıl unsur öteki midir yoksa paradigmalarımız mıdır?..

Ben cevabın ikincisi olduğunu düşünüyorum. Ve ne zaman öteki dediğime öfkem birikse şöyle diyorum: “Ya o haklıysa?”

Bana faydası oluyor siz de öyle yapmayı deneyin…