Sancar, “İktidar özellikle sınır ötesi operasyonlar yoluyla yeniden bu söylediğim alanlarda kendi varlığını sürdürecek bir zemin yaratmayı hedeflemektedir, bunu görmek lazım. Hangi sonuçlar doğuracaktır, bu yöntem hangi hesaplara dayanmaktadır? Bu operasyon politikası açıktır. Bir defa Kürt siyasetinde tasfiye ve askeri anlayış dışında bir yöntem olmadığı algısı ve duygusunu yerleştirmeye çalışacaktır. Bunun üzerine toplumsal kutuplaşmayı derinleştirecek ve siyasal muhalefeti de ayrıştıracaktır. Hesap bu” dedi.

HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın açıklamaları şu şekilde:

Kürt sorununun en az 100 yıllık bir tarihi ve çatışmanın neredeyse 40 yıllık bir geçmişi var. İç içe geçmiş bu iki boyuta bir arada yaklaşmadan Kürt sorununa çözüm yolları bulmanın mümkün olmadığını söylememiz gerekiyor.

Bu sorun sadece bizde yaşanmıyor, ilk defa da burada ortaya çıkmıyor. Dünyanın çeşitli bölgelerinde benzer sorunlar çeşitli dönemlerde yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Soruna yaklaşım pek çok boyutta çok önemli sonuçlar doğurur. Türkiye’de bu yaklaşımın tarihine baktığımızda Kürtlerin varlığının inkarıyla başlayan ve uzun süre devam eden bir politik anlayış göze çarpar. İnkarın açıkça artık sürdürülemez hale geldiği dönemde ise Kürt sorununun inkarı politikaları devreye sokulmuştur. Sorunun inkarının da imkansızlaşmasıyla artık çözümün reddi anlayışı hakim kılınmıştır.

“DÜNYADA TOPLUMSAL SORUNLAR YÜZDE 60 ORANINDA MÜZAKERE VE DİYALOGLA ÇÖZÜLÜYOR”

Dünyaya baktığınızda bu tür çatışma içeren etnik kimlik sorunların barışçıl yollarla, müzakere ve diyalogla çözümü konusundaki başarı sicili hiç de düşük veya umutsuzluk verecek düzeylerde değildir. Tam tersine Soğuk Savaş döneminde bile bu tür çatışmaların müzakereyle ve barış süreçleri içinde çözülmesi oranı yüzde 60’ın üzerindedir.

Yani bu tür çatışmalı sorunların müzakere, diyalog ve siyaset yoluyla çözümü girişimlerinin yüzde 60’tan fazla sonuç verdiği örnekler dünyada yaşanmıştır. Son 25 yılda bu oran daha da artmıştır.

Sorunu çözmek için diyalog, müzakere ve siyasetin esas alınması sonuç alabiliyor. Tersi yöntemi deneyen ülkeler de oldu ve olmaya devam ediyor. Bunların çeşitli örnekleri ve bu örneklerin yarattığı çeşitli sorunlar var. Bunların sadece birine değineceğim.

Diyalog ve müzakere yöntemi dışında kalan esas yaklaşım güvenlikçi anlayış ve askeri politikalardır. Bastırma, imha, tasfiye gibi boyutları olan bu siyasetin toplumlarda ne gibi sonuçlar doğurduğu, bir başarı elde edip edemediği de ayrıca tartışılması gereken önemli bir konudur.

“ASKERİ YÖNTEMLER TOPLUMLARDA AĞIR TAHRİBATLARA NEDEN OLDU”

Çatışma sorununu veya çözümünü güvenlikçi askeri yöntemlerle ele alan yaklaşımların başarı oranı düşük olmuştur. Sonuçları da o toplumlar için ağır tahribatlar şeklinde ortaya çıkmıştır. Tipik örneği Sri Lanka’dır. Biliyorsunuz Sri Lanka güvenlikçi anlayışın en başarılı örneği olarak sunulmaktadır. İmha politikalarını ve uygulamalarını acımasızca ve yaygın bir şekilde hayata geçirmenin sonuç alabileceğine dair bir örnek olarak gösterilmektedir.

2009 yılında çok büyük bir askeri operasyonla on binlerce insanın katledildiği, 60 bine yakın insanın akıbetinin belirsiz kaldığı bir dönem yaşandı. 25 yılı aşkın çatışma ve soruna yaklaşım böyle kapsamlı, sınırsız, insafsız bir askeri yaklaşımla ele alınınca o toplumda neler ortaya çıktı, hangi sonuçlar doğdu bunları kısaca hatırlatmak isterim. Sonra Türkiye’ye tekrar dönelim.

“İMHANIN BAŞARILI ÖRNEĞİ OLARAK SUNULAN SRİ LANKA MODELİ AĞIR TAHRİBATLAR YARATTI”

Silahlı bastırma ve güvenlikçi anlayışa parlak bir örnek olarak gösterilen Sri Lanka 2009’dan sonra kısa bir "sakin dönem" geçirmiş olsa bile o politikaların etkileri çok derine işlemiştir. Toplumsal, siyasal ve ekonomik boyutlarda büyük tahribatlar yaşanmıştır. Sistem otoriterleşmiş, toplum tekçi anlayışla biçimlendirilmek üzere müdahaleye maruz kalmış, ekonomi bir talan-rant döngüsüne mahkum edilmiştir. Sonuç itibariyle bugün sadece Tamillere değil çoğunluğun dışında kalan diğer gruplara, Müslüman ve Hristiyanlara da aynı asimilasyoncu ve tasfiyeci politikalar uygulanmaktadır. Buna literatürde çatışma tuzağı diyoruz. Yani çatışmanın askeri yöntemle, sorunun güvenlikçi anlayışla çözülebileceğine yönelik inancın yarattığı tuzak kastedilmektedir.

“ÇATIŞMA TUZAĞI TOPLUMSAL SORUNLARI AĞIRLAŞTIRARAK YIKIMLARA NEDEN OLUYOR”

Bu tuzak, sorunların çok farklı boyutlarda çok daha derinleşmesi anlamına gelmektedir. Sri Lanka bugün hem toplumsal dokuda büyük yıkımların yaşandığı bir ülke hem de ekonomik olarak iflas etmiş bir devlet durumuna gelmiştir. Bunların tamamı Tamil sorununa yaklaşımla doğrudan bağlantılıdır.

“ÖNCE KÜRTLERİN İNKARI, SONRA SORUNUN İNKARI, EN SON DA ÇÖZÜMÜN REDDİ”

Türkiye’de de çok uzun süre aynı anlayış hep masalarında olmuştur iktidarların. Sanki imha politikaları sonuç alabilirmiş ve Kürt sorunu bu şekilde yok edilirmiş gibi. Bu politikaların temelinde çözüm değil sorunu yok sayma ve görünür, tartışılır olmaktan çıkarma hedefi yatmaktadır. Uzun zaman Kürtlerin halk olarak inkarı, ardından sorunun inkarı, daha sonra da çözümün reddi anlayışı hep gündemde belirleyici yer tutmuştur. Belki de devlet politikalarının en iyi tarif edileceği formül aslında bu şekilde sorunu yok etmek değil sorunu, itirazları, talepleri ve direnişleri imhayla susturalım sonra bakarız anlayışıdır.

“2009-2011 VE 2013-2015 SÜREÇLERİ TOPLUMSAL HAFIZADA GERİ DÖNÜLEMEZ ETKİLER BIRAKMIŞTIR”

Bunun çözüm getirmeyeceği devlette, devlet aklını temsil eden çevrelerde iyi bilinmesine rağmen bunda ısrar edilmiştir. Yakın zamanda bunun iki parantezi var; biri 2009-2011 süreci, diğeri 2013-2015 çözüm girişimidir. Bunların ikisi de son derece değerli tecrübelerdir. Bunların toplumda ve siyasi hafızada bıraktığı etkiler önemlidir. Her iki süreç de başarıyla sonuçlanmamıştır. Yani ne sorunun ne de çatışmanın çözümünü sağlayabilmiştir ama toplumsal ve siyasal hafızaya geri dönülmesi ve döndürülmesi imkansız etkiler ve birikimler bırakmıştır. Yapılan araştırmalar bütün bu savaş naralarına, baskıcı, ötekileştirici nefret politikalarına rağmen toplumda hala küçümsenmeyecek bir şekilde en az yüzde 45 civarında bir kesimin Kürt sorununa müzakere, diyalog ve siyaset yoluyla çözüme destek vermeye hazır olduğunu gösteriyor.

“İMRALI’DAKİ MÜZAKERELER ÇÖZÜMÜN MÜMKÜN OLDUĞU FİKRİNİ CANLI TUTMUŞTUR”

Bizlerin yapması gereken şey bu talebin daha yaygınlaşması ve daha yüksek sesle dile getirilmesidir. 2009-2011, 2013-2015 süreçlerinin önemli özellikleri var. Orada esas meselenin çok boyutlu bir yaklaşım gerektirdiği kabul edilmiş, en azından kabul edilir gibi davranılmıştır. Sorunun muhatapları çeşitli boyutlara uygun alanları hem müzakereye hem de kamusal tartışmaya açabilmiştir. Bu süreçlerde merkezi İmralı olan müzakere pratiğinin, bugün siyasal ve toplumsal hafızada çözümün mümkün olduğu fikrini canlı tutan önemli bir etkisi vardır.

2009-2011 kamunun gözleri önünde cereyan etmedi, ancak orada kilit rolün İmralı’da Abdullah Öcalan’a düştüğü de herkes tarafından biliniyordu. Ama daha açığı da 2013-2015 yılları arasındaki süreçte yaşandı. İmralı’da görüşmelerin devam ettiği her iki döneme baktığımızda ortaya çıkan tablo esas olarak şudur: Kürt sorununa demokratik çözüm umudu yükselmiş, çatışmalar durmuş ya da durma noktasına gelmiş, toplumsal ve siyasal atmosferde çoğulcu diyalog ve demokratik tartışma alabildiğine genişlemiştir. Yani ölümlerin neredeyse yaşanmadığı, sorunun o güne kadar yasak alanı içinde tutulan boyutlarının tartışıldığı bir dönem yaşandı.

“İMRALI’DA TECRİT EDİLEN ESAS OLARAK ÇÖZÜM ARAYIŞI VE TALEBİDİR”

Şimdi bu çözüm arayışları ve talebi üzerine İmralı’da ağırlaştırılmış tecrit devreye sokulmaktadır. Yani çözümsüzlük ve tecrit, çözüm ile görüşme trafiği ve müzakere yöntemi doğru orantılı bir şekilde işleyen bir denkleme oturmaktadır. Çözümsüzlük politikaları derinleştikçe tecrit ağırlaşmakta, çözüm arayışları herhangi bir şekilde başladığında İmralı’da müzakereler de yürütülebilmektedir. 2013-2015 Çözüm Sürecinin ne zaman sona erdiği sorusuna verilecek en doğru cevap 5 Nisan 2015’tir. 5 Nisan 2015 HDP heyetinin İmralı’da Öcalan ile son görüşmeyi yaptığı tarihtir. Görüşmeler bittikten sonra ağır savaş ortamı yeniden canlanmış, devletin klasik imha ve askeri bastırma politikaları yoğunlaşmış ve üst düzeye çıkmıştır.

“BUGÜN YAPILMASI GEREKEN DAHA YÜKSEK SESLE DEMOKRATİK ÇÖZÜMÜ SAVUNMAKTIR”

Bizlerin en ağır zamanlarda bile demokratik barışçıl çözüm arayışlarından vazgeçmesi için bir neden yoktur. Bugün barışın ve demokratik çözümün konuşulmasının dahi zorlaştığı bir ortamda, esas olarak yapılması gereken daha yüksek sesle ve daha büyük bir enerjiyle demokratik çözümü savunmaktır. Müzakere-diyalog yöntemini sürekli öne çıkarmaktır. Ne yazık ki bu konuda 2015 sonrası Türkiye’de yaşadığımız tablo toplumsal hareket anlamında savaş karşıtı ve barış taraftarı kitlesel bir gücün ortaya çıkmadığı yönündedir. Bu bizim en çok üzerinden durmamız gereken konulardan biridir. Barış talebini, müzakere yöntemini görünür bir şekilde toplumsallaştıran bir yöntemi ve çalışmayı neden etkili bir şekilde hayata geçiremediğimiz sorusuna hepimizin samimi cevap arama yükümlülüğü vardır. Bu cevabı ararken çalışmalara devam edeceğiz.

“KÜRT SORUNUNDA ÇATIŞMA KUTUPLAŞTIRMAYI DERİNLEŞTİRMEKTEDİR, YOKSULLUĞU ARTIRMAKTADIR”

Tekrar sorunun çatışma, savaş siyaseti ve güvenlikçi anlayışla ele alınmasının yarattığı diğer tahribatlara bakalım. Son 40 yılda karşılaştığımız yöntemler sürekli yeniden ve yeniymiş gibi önümüze konuluyor. Sınır ötesi operasyonlar, demokratik siyasetin tasfiyesi, toplumun sürekli baskı ve yasak cenderesinde tutulması bu sonuçların en önemlileridir. Savaş politikaları, çözümsüzlük ve güvenlikçi anlayış otoriterleşmeyi çok ciddi bir şekilde teşvik etmekte ve hızlandırmaktadır, toplumsal dokuyu tahrip etmektedir. Yani kutuplaşma, düşmanlaştırma, ayrıştırma yöntemlerinin etkili olmasına zemin sunmaktadır. Üçüncüsü toplumun kaynaklarının silaha ve bir avuç sermayeye tahsis edilmesi, peşkeş çekilmesi uygulamaları yaygınlaşmakta ve derinleşmektedir. Bu da beraberinde ekonomik çöküş ve daha çok yoksullaşma getirmektedir. Bütün bu sonuçları yaşıyoruz ama yöntemlerde bir tür dejavu hali yaşamaktayız.

“BU KISIR DÖNGÜYÜ VE KANLI GİRDABI DURDURMAK ZORUNDAYIZ”

Bu kısır döngüyü, bu kanlı girdabı durdurmak zorundayız. Barışın dikkate alınmadığı, barış sözcüğünün bile itibar görmediği bir atmosfer yaratılmış olabilir, ancak bizler bu psikolojik savaş propagandasına rağmen demokratik çözümde ısrar etmek, barışı talep etmeyi sürdürmek zorundayız. Aksi takdirde demokratikleşmenin de yolu açılmaz. Büyük toplumsal barış dediğimiz ve çatışmalara yönelik araçsallaştırılan fay hatlarının onarılması, geçmiş yaraların sarılması söz konusu olmaz. Büyük barış bu üç boyutu içermektedir. Kürt sorununda demokratik çözüm, toplumsal ayrıştırma politikalarına araç kılınan fay hatlarının demokratik bir şekilde tamiri ve eşit ortak yaşam temelinde yeniden inşa. Nihayetinde de ekonomik refah adına toplumsal adaletin hedeflenmesi.

“İKTİDAR SINIR ÖTESİ OPERASYONLARLA KENDİ VARLIĞINI SÜRDÜRMEYE ÇALIŞIYOR”

İktidar özellikle sınır ötesi operasyonlar yoluyla yeniden bu söylediğim alanlarda kendi varlığını sürdürecek bir zemin yaratmayı hedeflemektedir, bunu görmek lazım. Hangi sonuçlar doğuracaktır, bu yöntem hangi hesaplara dayanmaktadır? Bu operasyon politikası açıktır. Bir defa Kürt siyasetinde tasfiye ve askeri anlayış dışında bir yöntem olmadığı algısı ve duygusunu yerleştirmeye çalışacaktır. Bunun üzerine toplumsal kutuplaşmayı derinleştirecek ve siyasal muhalefeti de ayrıştıracaktır. Hesap bu.

“ÇATIŞMA TUZAĞININ YARATABİLECEĞİ EN FATAL SONUÇLARDAN BİRİ BU POLİTİKALARA KAYITSIZ KALMAK VEYA DESTEK VERMEKTİR“

O nedenle bu hesapların farkında olmak gerekiyor. Eğer bu üç sütuna dayanan sistemi ve onun en amansız uygulayıcısı iktidarı değiştirmek istiyorsak, bu sorumluluğu hep hatırlamamız ve hatırlatmamız ve gereğini yerine getirmek üzere çalışmamız gerekiyor. Bu üç sütun kan, talan ve yalandır. İktidar, bu üç sütun üzerinden toplumu ve siyaseti dizayn etmeye çalışmaktadır. Bu şekilde 100 yıllık sistemi sürdürebilecek bir yenilenme arayışı içine girmektedir. Eğer bu sistemi değiştirmek istiyorsak şimdi sınır ötesi operasyonlar adı altında yaygınlaştırmak istenen savaş politikalarına karşı açık bir tutum sergilemek zorundayız. Çatışma tuzağının yaratabileceği en fatal sonuçlardan biri bu politikalara kayıtsız kalmak veya destek vermektir.

“İKTİDAR DAHA PERVASIZ DAVRANACAKTIR”

Hem toplumsal demokratik güçlerin hem de bizim dışımızdaki muhalefet partilerinin bu tuzağı görmesi konusunda sürekli uyarılar yapıyoruz. Biz daha fazla kan değil yaşam siyasetine sarılmalıyız. Biz talan ve sömürü düzenin devamına değil ülkenin kaynaklarının bu ülkede adil bir şekilde paylaştırılacağı bir düzen için mücadeleyi yürütüyoruz. Yalana karşı hakikati savunmaktan bir an bile vazgeçmeyeceğiz. Aksi takdirde iktidar kendi varlığını sürdürmek için birkaç yıl kazanabileceği hesabında daha pervasız davranacaktır ve belki de bu hesabı başarıyla sonuna vardıracaktır.

“TECRİT POLİTİKALARINA KARŞI ÇIKIŞI KİMSE TECRİT ETMESİN”

Karamsarlık yaymak, umutsuzluk vermek gibi bir derdim olmadığını söylememe gerek yok. Mücadele varsa umut var, kararlılık varsa çözüm de mutlaka olacaktır. Bizler bunun bilinciyle ve sorumluluğuyla davranan bir siyasi partiyiz. Bu döngüden çıkabilmek için savaşa karşı açık bir tutum, geniş bir savaş karşıtı toplumsal hareket ve barış için siyasal mutabakat arayışını hızlandırmak zorundayız. Tecrit politikaları bunun içindedir. Kimse tecrit politikalarına karşı çıkışı başka yere koyup tecrit etmesin. Tecride karşı çıkışı tecrit etme anlayışını da ancak bu yaklaşımla kırabiliriz.

“İMRALI TECRİDİ AĞIR BİR İNSAN HAKKI İHLALİDİR”

İmralı’da uygulanan ağır tecrit, ağır bir insan hakkı ihlalidir. Tecride karşı çıkış da aynı şekilde Kürt sorununa demokratik çözüm ve Türkiye’de adalet ve barış için yürütülen mücadelenin önemli bir alanıdır. Bunları birbirinden koparmak tecrit tuzağına siyasal olarak düşmek demektir. O yüzden İmralı’da uygulanan bu ağır tecride karşı, hukuksal ve siyasal açılardan itirazları daha kapsamlı, yaygın ve ortak hale getirmek gerekiyor.

“TECRİDE KARŞI ÇIKIŞIN ÜZERİNDEKİ TECRİDİ DE KIRMALIYIZ”

Bu meseleyi sadece bir kesimin derdi olarak gören anlayış, Türkiye'de uygulanan bu kapsamlı çözümsüzlük ve yıkım politikalarına karşı da gerçek bir çözüm geliştiremez. Tecride karşı çıkışın üzerindeki tecridi de kırmak gerekiyor. Bizlerin bu dönem esas üzerinde durması gereken meselenin bu olduğunu hatırlatmamız bazı çevreler bakımından belki yargılanabilir ama unutmayalım esas meseleler, bütün tartıştığımız bu sorunlar tam şimdi konuştuğumuz Kürt sorununa barışçıl çözüm ve müzakere anlayışına bağlanmaktadır. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği meselesi bile Türkiye’deki iktidar tarafından tam da bu meseleler üzerinden gündemde tutulmaktadır.

“TECRİT ANLAYIŞINA HEP BİRLİKTE KARŞI ÇIKACAK GÜCÜ OLUŞTURMALIYIZ”

İç ve dış politikada, siyasette ve toplumsal alanda, ekonomide ve ekolojide, yani bütün alanlarda çok ağır yıkıcı sonuçlar doğuran savaş politikalarına, çözümsüzlük yaklaşımı ve tecrit anlayışına hep birlikte karşı çıkacak gücü oluşturmalıyız. Önümüzdeki seçimlerin kaderi de buna bağlıdır. Burada ne kadar başarılı olacağımıza bağlıdır.

Bu geniş savaş karşıtı ittifakı oluşturabilirsek, adalet, demokrasi ve barış hedefinde bir araya gelmeyi başarabilirsek önümüzdeki seçimlerin de Türkiye'de yeni bir başlangıca imkan vermesini sağlayabiliriz. HDP olarak bizler üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmeye hazırız, görevlerimizi sonuna kadar gerçekleştirecek çalışmalar içinde olmaya kararlıyız. Sonucu, bedeli ne olursa olsun bu hedeflerden vazgeçmeme konusunda inançlıyız. Ben tekrar bu konferansın bu amaçlara hizmet edeceği inancıyla hepinizi saygıyla selamlıyorum.