Gündemdeki hiçbir şeye dair yazmak istemiyorum. Kendi gündemimi yaratmak istiyorum. Bir yandan bunun mütevazı olmayı erdem kabul eden geçmişlerin ülkesinde, doğru olmadığını da kabul ediyorum. Söylenenlerin söylendiği anda tükendiği ve hızla değersizleştirildiği bir coğrafyada söyleyeceğim şeyin anında değer kaybına yol açacağını biliyorum. Gazetelere bakıyorum, tümünde aynı olayların farklı akisleri. Olanlara, ortaya dökülenlere bakıyorum, aslında ve gerçekten ne kadar çok şeyi bilmediğimi görüyorum.

Kızımın ateşi iki gündür yüksek, düşmek bilmiyor, şu anda her şeyden çok belki de tüm hayatımın meselesi haline gelen tek şey bu olduğundan -evet- değerli birçok şey flulaşmış, bildiğimi zannettiğim birçok şey de benim için bilinmez olmuş durumda. Çocuklu kadınla çalışmamakta ne kadar haklı imiş işverenler, bunu düşünüyorum. ‘Analık paçavralık’ demişti birisi kimdi hatırlayamadım bir türlü..

Roza’nın ateşi yükseldikçe sanırım biraz da sayıklayanı ben oluyorum ortalığın.. Gecenin saat dördü: düşler tarlasıydı galiba Kurosava’nın o unutamadığım filminin adı..

KCK duruşmalarına giren avukatların bile, tutuklu yargılananların Kürtçe dilde savunma talebinin, sadece 50 sayfalık savunma metni ile sınırlı olacağını, bunun da Türkçeye çevrilmiş halde de mahkemeye sunulması yönünde talepleri olduğunu bilmediğini öğreniyorum. (Umarım doğru okumuşumdur diye hâlâ tereddüt içindeyim.) KCK sanıklarının bunun dışında mahkemede Türkçe konuşmaya esas olarak itirazlarının olmadığını öğreniyorum. Bilmemeyi ve öğrenme konusundaki inadın nedenini bilmiyorum.

Sonra gecenin bilmem kaçında, televizyonu açıp karşımda Pakize Suda’yı (hayranım ona) Kars denen bir uzak vilayette, ucube diye herkesin yıkmak için peşine düştüğü heykelin orada durup durmayacağı ile ilgili röportaj yaparken görüyorum.. Konuştuğu Karslıların epeycesinin bu heykeli istemediğini ama neden istemediğini bilmediklerini görüyorum, belediye başkanının bilmem kaç sayılı yasanın, bilmem ne sayılı maddesine göre, heykelin yapıldığı arazinin işgal arazisi olduğu için, kaldırılması gerekir diye devlet ağzıyla ‘yasal zemini’nasıl yarattığını görüyorum, halkın bu heykel Ermenileri anlatıyormuş gitsin dediğini duyuyorum. Heykeli biz İstanbul’da konuşurken oradakilerin, yıkılmasa bile her an taşla kırabilecek vaziyette olduklarını görüyorum. O heykeli oraya kim yaptırdı, hangi Karslı sanata evet dedi bilmiyorum..

Başbakanın ucube lafına kültür bakanının yanlış anlaşılmıştır, o bölgedeki gecekonduları kastediyor dediğini, yine başbakanın inatla evet ucubeyi heykel için söyledim dedikten sonra, sözünün arkasında duramayan kültür bakanının, o oturduğu ve oturmayı onur saydığı koltuğunda ne işi olduğunu düşünüyorum, cevabını bilmiyorum.

Arif Doğan isimli bir hasta adam, her duruşmada Jitem’le ilgili bilgiler yumurtlarken, Jitem’i ben kurdum, Hizbullahı PKK’ye karşı biz kullandık derken ciddiye alınmadığı için mi, yoksa bu sözlerin bir haber değeri olmadığı için mi ses bulmadığını, yoksa değer denen şeyin kendisinin mi artık haber olacağını bilmiyorum. (bakınız insan köpeği ısırıyor)

Geçtiğimiz günlerde, üniversite okuyan gençler arasında birileri adına söz söyleme yetkisi verilen gençlerle yapılan röportajda; solcu gençlerin tüm sorulara özgürlük yanlısı yanıtlar verirken, kızların kafalarını kapama taleplerine, özgürlüğe aykırıdır diye ahkam kesip karşı olmalarının nedenini bilmiyorum. Özgürlükle despotizm arasındaki farkı bilmiyorum.

Akademik özgürlüğü üniversitede porno film çekmek olarak tanımlayan naif gencin çıkışını haber yapan ve buradan tutturup, üniversitede akademik özgürlük yok vah vah diye köşeler döşenen yazarların hangi ülkede yaşadıklarını bilip bilmediklerini bilmiyorum..

Bunu bilmediğim gibi akademik esaretin ve gericiliğin AKP hükümeti döneminde başladığını savlayan, sadece bunun üzerinden üniversitede özgürlük mücadelesi yürüten anlayışı da anlamıyorum. Bizim zamanımızda gerçekten çok özgür bir ortam mı vardı üniversitede hatırlamıyorum. Polisi üniversitenin bahçesinden içeri ilk hangi rektör ya da hükümet soktu bunu da bilmiyorum.

YÖK’le kurulan akademik sisteme karşı olup, bu sistem içinde yıllardır ders veren hocaların şimdi ve sadece şimdiki yönetimlerle sorun yaşamalarını anlamıyorum, bu sorunlara rağmen orada hangi mevziyi korumaya çalıştıklarını bilmiyorum. Bir devlete sığınıp başka bir devleti şikayet ettiklerini ama gücünü aldıkları devletle müşteki oldukları devletin aslında aynı devlet olduğunu anlayıp anlamadıklarını bilmiyorum.

İlkokuldan itibaren Atatürk ve Allah’ın aynı derslerde anlatılmaya başlandığı küçük beyinlerde bu ikili anlatımın hangi eşleştirmeye yol açıp açmayacağının eğitim organizatörlerince bilinip bilinmediğini bilmiyorum. Kurban bayramı bize Atatürk’ten armağan diye, yedi yaşında yazdığım şiiri hatırlıyorum ve gülümsüyorum.. Din dersi zorunlu olsun mu olmasın mı tartışması yapılırken fen dersinde de matematik dersinde de tarih dersinde de her şeyi yaratanın Allah olduğunun anlatıldığı bir eğitim sisteminde bunun bir değerinin olup olmadığını bilmiyorum.

Başı açık erkek hocalar okullarda ders verirken, kadın hocaların perukla derse girdiği sınıflarda, hür beyinlerin yaratılmasında peruğun rolünün ne olduğunu bilmiyorum.

Televizyon dizilerinde Deniz Gezmiş’ in yüzünün gösterilmemeye başlandığı bir ortamda ,solun kendine ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum. Birbirine yumurta atmaya başlamaları ile bunu birleştirince, vermek istedikleri mesajda ilahi ipuçları mı var bilmiyorum..

Dört yıl önce şehrin en işlek caddesinde öldürülen yazarın, yargılamayı yapan mahkeme dışında herkes tarafından bilinen katillerine bir tek mahkemenin ve savcıların neden ulaşamadığını bilmiyorum. Savcıların bu kadar işbilmez olmalarından ar duyup duymadıklarını bilmiyorum.

Bağımsız yargıdan bahseden ve halihazır durumdan yakınan mahkemelerin, yargıçların ve baroların, kimin bağımsız yargısı peşinde olduklarını bilmiyorum. Bağımsız mahkemelerde gerici yasal sistemin bile hüküm koymaya utandığı koşullarda yazısız hukukla yargılanıp, işkenceden geçirilen binlerce rejim mağdurunun eski yasalarda ısrarını ve bugün yargının bağımsızlığını yitirdiğini söylemeye çalışan utangaçlıklarının nedenini de bilmiyorum.

Biz birbirimizi döverken toplumda herkesin birbirini dövmeyi bırakıp öldürmeye başladığını fark etmeyen solcuların ne zaman bu dövüşten yorulacaklarını da bilmiyorum.

Anayasa oylamasında evet oyu kullandığım için neden memleketteki tüm bu bilinmezlerin cevabını verme konusunda diğer arkadaşlarım tarafından engellenmeye çalışıldığımı da bilmiyorum. Neden AKP’li olduğumu neden solcu olduğumu neden liberal olduğumu ve neden olan biten her şeyin kabahatlisi olduğumu da bilmiyorum.

Tüm bunların cevaplarını hatırlamama nedenini Roza’nın yüksek ateşine bağlayıp gittiğim, ada’mıza layık görülen, aile hekimi diye tepemize tebelleş edilen doktorun, 39 derece ateşle kıpkırmızı olmuş çocuğun yüzüne bakmaktan imtina edip, muayeneden önce neden illa da önce kimlik bilgilerini bilgisayara girmek zorunda olduğunu da bilmiyorum. İki adım ötedeki doktora çocuğu acil müdahaleye götüren eşofmanlı annenin nüfus cüzdanını yanına almamasında ne gibi bir gariplik var bunu da bilmiyorum. Adını doktor koyan o adamın, belki de sistemine gireceği hasta sayısı kadar ücret alacağı ve tek derdinin de aslında bu olduğu duygusundan kaçmak istiyorum.

Bugün bilmekten kaçtığım her şeyi yarın bileceğimi biliyorum, ama bugün yüksek ateşin tadını çıkarmak peşindeyim: Ne diyor şair: ’Siz çok bilmişler/ konuşurken dinlemeyi bilin..’