Yargı faaliyetinde savunma organı ve savunma hakkı, hak arama özgürlüğü, cumhuriyet tarihinin en kara günlerini yaşıyor.

Hak arama özgürlüğü ve savunma hakkı insanın onurlu yaşaması için olmazsa olmaz temel hak ve özgürlüklerinin başında gelir. Tarih boyunca da insanlık bunun için kıyasıya mücadele etmiştir. Tüm devletler; Aristo ve Platon döneminden beri, bu insan onuru için şart olan hak ve özgürlük ilkesini hep kısıtlamaya, bastırmaya çalışmışlardır. Özgürlüğü güvenliğe feda eden anlayışlar kaynağını Hegel’de, Rocco’da, Carl Smith’de, günümüzde de Gunter Jakobs’da bulmuştur.

Tüm baskıcı iktidarlar hak arama özgürlüğü ve savunma hakkından tiksindikleri için, yargı faaliyetinde iktidar erkini temsil eden yargıç ve savcılara karşı, halkı temsil eden avukatları düşman olarak görmüşlerdir. Napolyon’un “avukatların dilini kesmek gerekir” sözü hiç unutulmamıştır. Ne var ki kendisi Elbe Adası’nda tutuklandığında “Avukatım nerede?” diye sormuştur. Mussolini “avukatlar olmasa İtalya’yı daha rahat idare ederdim” demiştir. Faşist general Kenan Evren de avukatların şer varlıklar olduğunu salyalarken “avukatlarda hayır olsa, her meslek için iyi şeyler söyleyen Atatürk avukatlar için de bir şeyler söylerdi. Atatürk’ün iyi şeyler söylemediği tek meslek avukatlar” demiştir. Bu hak ve özgürlük düşmanlarına karşı bir Fransız avukat “biz avukatlar ortaya iki şey koyarız. Bir gerçeği, diğeri de onun yanına kellemizi” diye yanıt vermiştir.

Tarihteki büyük devrimlerin, radikal sosyal reformların çoğunun başında avukat kökenli politikacıların olması tesadüf değildir. İsimleri sayarsam sayfa yetmez. Efsane Fransız avukat Jean Jaures, Ölümsüz Z romanı ve filminin kahramanı Yunanlı Lambroski’yi yine de zikredelim.

Türkiye’de hak arama özgürlüğü ve savunma hakkının temsilcisi avukatlar üzerinde her dönem baskılar olmuştur. Özellikle de sosyalist, demokrat, Kürt ve Ermeni avukatlar her zaman baskıya maruz kalmışlardır. Cumhuriyetin bazı dönemlerinde de İslami nitelikli avukatlar da diğerleri kadar olmamakla beraber zaman zaman baskıya maruz kalmışlardır.

Hak arama özgürlüğünün ve savunma hakkının temsilcilerine yönelik baskıda, Cumhuriyetin ilk adalet bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt ekolünün etkisi büyüktür. Roccocu ekole mensup ırkçı ve şöven Mahmut Esat Bozkurt ; “hukukçuların görevi devleti savunmaktır” demiştir. Oysa hukukçuların asli görevi hukukun yüzyılların mücadelesiyle kazanılmış evrensel kurallarını savunmaktır. 12 Eylül 1980 faşist darbe döneminde sıkıyönetim davalarına giren avukatlar hakkında mali baskılar uygulandı. 1990’ların savaş yıllarında ben de dahil birçok meslektaşımızın evlerinde ve ofislerinde gizlice aramalar yapıldı. İşkenceciye işkenceci dediğimiz için davalar açıldı. Yaptığımız savunmalardan dolayı yargılamalar yapıldı. 12 Eylül döneminde toplu davaların bir kısmının görüldüğü Metris’de duruşma salonlarına kaldırımdan tek sıra halinde askerler eşliğinde götürüldüğümüz günler oldu. Bir ara duruşmalara girmek için ikametgah şartı getirildi. 1990’ların ilk yıllarında yirmiyi aşkın Kürt avukat Amed olağanüstü halinde günlerce işkenceden geçirildi, tutuklandı. Uyduruk senaryolarla yargılandı. Sonraki yıllarda ceza yasasına ve ilgili mevzuatlara ‘avukatın da yargının kurucu unsurlarından olduğu’ yerleşmesine rağmen devletin avukata bakışı değişmedi.

Şiirden dolayı yargılandığında Çağdaş Avukatlar Grubu’ndan dahi avukat isteyen Tayyip Erdoğan döneminde ise avukatlar üzerindeki baskılar Cumhuriyet tarihinin en doruk, kara dönemini oluşturdu. Erdoğan döneminde kitlesel avukat gözaltıları ve tutuklamalar yaşandı. Yüzlerce avukat soruşturma tehdidi yaşadı. Son savcı rehin eylemini bahane eden diktatörlük avukatlara karşı yürüttüğü savaşta son hamleye geçti. Eylemin sorumlusu avukatlarmış gibi kin kusarak avukatların onurları, meslek haysiyetleri çiğneniyor. Üstünü aratmak istemeyen kadın meslektaşlarımız yerlerde sürükleniyor. Dünya Avukatlar Günü’nde çevik kuvvet Başsavcılığın emriyle adliyelerde avukatlara saldırıyor. Baro başkanı tartaklanıyor. Hele hele bir başsavcı vekili çıkıp utanmadan “kadın avukatlar ötmeyecek iç çamaşır giysinler” diyebiliyor.

Avukatlık Kanunu’nun 58. maddesi “ağır cezalık suçüstü haller hariç avukatların üstü aranamaz” hükmünü düzenlediği halde iktidar kanunu çiğniyor. Avukatların bu dokunulmazlığı avukatlık hukukunda ve ulusalüstü hukukta bir imtiyaz olarak değil, avukat yargının kurucu unsurlarından olduğu, yargı faaliyetinde halkın hak arama özgürlüğünün ve savunma hakkının temsilcisi olduğu için teminat altına alınmıştır. Turin ilkeleri, Havana kuralları, ‘AKBK’nin avukatların özgürlüğüne dair ilkeler’ boşa kabul edilmemiştir.

Faşist İç Güvenlik Yasa’sından sonra faşist güvenlik anlayış avukatlara dayatılmak istenmektedir. Ne yazık ki milliyetçi, şöven baro yönetimleri de mesleğin ve barosun onurunu korumamakta, iktidarın güvenlik anlayışına teslim olmaktadırlar. Barolar Birliği başkanının ve İstanbul Baro başkanın tavrı ve açıklamaları hazindir, utanç vericidir. Ceza yargılaması hukukunda olmayan bir kavram ortaya atılarak aramayı tarama diye güya ceza hukukçusu doçent baro başkanı yutturmaya çalışmaktadır. Avukatlık hukukunu dikkate almayan baro başkanı Anayasa’ya aykırı olarak düzenlenmiş olan PvSK 9. maddedeki idari aramayı bir tarama olarak kabul ettirmeye çalışmaktadır. Baro başkanının zafer gibi savunduğu altı maddelik mutabakattaki “duyarlı kapıda uyarı veren cisim tanıtılmadığı takdirde adliyeye giriş mümkün olmayacaktır” şeklindeki maddesi ise hazin bir teslimiyettir.

Özgürlükçü, demokrat, sosyalist avukatlar iktidarın faşist güvenlik dayatmasına ve iktidarın güvenlik anlayışına boyun eğen baro yönetimlerinin zihniyetine asla teslim olmayacaktır.

LEMAN FIRTINA’YI YILDIZLARA UĞURLADIK

1980’li yıllarda sıkıyönetim mahkeme koridorlarında cezaevi önlerinde oğlunun ve tüm tutukluların sorunlarıyla mütevazi, vakur ve fedakarca ilgilenen Leman Fırtına, giderek oğlunun annesi konumundan tüm insan haklarının savunucusu, aktivisti olarak çoğu aydının erken diye geri durduğu İHD kuruluşunda kurucu ve genel başkan yardımcısı oldu. Didar Şensoy’u kaybettiğimiz cezaevlerine ilişkin Eskişehir yürüyüşümüzde, Sultanahmet oturmalarımızda hep en önde oldu. Halepçe katliamından sonra Şırnak, Cizre, Nusaybin kamplarındaki yoksul Kürtleri ziyaretimizde hep heyetin en önündeydi. Sansür Sürgün Kararnamelerine karşı Asmalımescit’teki İHD şubesinde, bazı yöneticilere rağmen açlık grevi oturmamızda yanı başımızdaydı. 1990 İHD İstanbul Şube Genel Kurulu’nda; Kürt sorunu, özgürlükçü demokratik laiklik ve azınlık hakları konularındaki görüş farklarından kaynaklı yol ayrımında hep yanımızda ve doğru konumdaydı. Her zaman en yakın destekçimiz, yol göstericimiz, problem çözücümüz oldu. Kürt sorununda, azınlıklar sorununda resmi ideolojiyle uzlaşmadı. Kişisel olarak da erdemliydi. Dedikodulardan, entrikalardan, kurum içi kulislerden tiksinirdi. İleri yaşında dahi mücadeleden geri durmadı. Antalya’ya yerleştikten sonra da insan hakları mücadelesi ile iç içe olduğu gibi, özgürlükçü sosyalist düşünce ve pratikle de hep temas halinde oldu. O bizim erdemli, vakur ve mütevazı özgürlük rüzgarımızdı. Kuşaktan kuşağa anısını hep yaşatacağız.

İZMİR ÇHD’NİN ONURLU TAVRI

İzmir ÇHD şubesi “Ermeni soykırımı iddialarına karşı 100 yıllık yalana son” başlıklı İzmir Baro yönetiminin paneline tepki göstererek avukatların görüşlerini yansıtmadığını belirterek ‘tüm Ermenilerden baro adına özür dileriz’ dedi. Onurlu, sağlam, enternasyonal duruş budur.

ŞİMDİ HDP İÇİN COŞKUYLA ÇALIŞMA ZAMANI

Adaylar belirlendi. YSK’na teslim edildi. Şimdi artık 7 Haziran’a kadar seçime zarar verecek her türlü tartışma ve tavırdan kaçınarak diktatörlüğü geriletmek için, HDP’nin başarısı için kolları sıvamak ve çalışmak zamanı. Baraj duvarlarını yıkma zamanı. Başaracağımıza yürekten inanıyoruz.