Her geçen gün sevginin kavramsallığına daha çok takılıyoruz. Bizi biz yapan değerlerden gittikçe uzaklaşıyoruz. Tüketiyoruz; ilişkilerimizi, değerlerimizi, benliğimizi ve hatta en vazgeçilmezlerimizi bile…

Hayatımızda sorgulayacağımız birçok şeyi görmezden gelip, sevgimizi sorguya çekiyoruz. Sevgimizden karşılık bekliyoruz. Öyle ki, bu travmayı daha çocuk yaşlarda yaşıyoruz. Eş, dost, akrabanın ‘en çok anneni mi seviyorsun? Babanı mı?’ sorusuna, ‘her ikisini de çok seviyorum’ diyen bir çocuğun üstüne egolarımızla gidiyoruz. İnanın abartmıyorum. Çocuk ile yetişkinler arasında bu diyaloğa çoğu kez tanıklık ettim.

-Anneni mi daha çok seviyorsun? Babanı mı?

-İkisini de çok seviyorum.

- Tamam… Ama en çok hangisini?

Pişkin pişkin gülerek, karşımızdaki kişinin -çocuğun- sevgiyi sınıflandırması bizi anlamsız mutlu ediyor.

Bu durum ilerleyen yaşlarda da karşımıza çıkıyor. Sevdiğimiz arkadaşımızın, sevgilimizin, eşimizin ya da herhangi bir aile bireyinin bizi herkesten çok sevmesini, onun vazgeçilmezi olalım istiyoruz. Sevmenin sadeliğini, inceliğini, değerini bilmiyoruz.

Öyle ki, sevdiğimiz birisinin hayatında ilk veya çok farklı birisi olarak yer almamız egomuzu müthiş tatmin ediyor.

Kafamızdaki anlamsız, içi boş ve hayatın tüm güzelliklerine engel olan tabuları bir türlü yıkamıyoruz.

Yaşamın tüm güzelliklerinin önüne kalın bir set çekiyor, hiçbir şeyden tatmin olmamaya başlıyoruz.

Böylece mutluluğumuzu da sınıflandırıyoruz; küçük mutluluklar, büyük mutluluklar, eşsiz mutluluklar, sonsuz mutluluklar…

En sonunda nefrette, hissizlikte, mutsuzlukta kesişiyor yollarımız. İşin kötüsü, bu durumu kabullenmemek için de kendimize özel günler ilan ediyoruz.

Bu özel günlerde hayatımızdaki insanlardan beklenti içine giriyoruz. Hatta bazen hayatımızda olmayan ya da hayatımızdan çıkıp giden insanlardan bile bir beklentimiz oluyor.

Beklentimizi de sınıflandırıyoruz; büyük sürprizler, küçük ya da paha biçilemez hediyeler…

Ne bekliyorsak, karşılığını bulamadığımız zaman mutlu olmamız için ilan ettiğimiz özel günler kâbusumuz olabiliyor. Böylece ilişkilerimiz bir maratona dönüşüyoruz. Sevgimizi hunharca yarıştırıyoruz. Karşımızdaki insanın hislerini, düşüncelerini hiçbir zaman önemsemiyoruz. Karşılıksız, saf sevmeyi beceremedikçe bencilleşiyoruz.

Oysa ki sevgiyi sorgulamadan, mutluluğu sınıflandırmadan, bencil beklentiler rüyasına kapılmadan, paylaşmayı becerebildiğimiz her an bizim için özel gündür.

Leo Buscaglia’nın da dediği gibi: Sevgi her zaman kolların açık duruşudur, sevgi için kollarınızı kaparsanız, kendiniz dışında tutacak hiçbir şey kalmadığını görürsünüz.

Kollarınızı açık bırakın, her gününüz aşkla, mutlulukla geçsin!