Seçimler yaklaştıkça Türkiye siyaseti çirkin söylemlerin, saldırıların, tehditlerin (göz korkutmaların, yıldırmaların), şantajların (seçimleri kazanmak ereğiyle bir kimseyi, kendisiyle ilgili lekeleyici, kötüleyici, gözden düşürücü bir bilgiyi açıklamak, yaymak tehdidiyle korkutmaların) hüküm sürdüğü bir sürece girilmiş durumda. Siyasal yaşamın, yönetim pastasında pay kapmanın düzeysizleştirilmesi, akıllara durgunluk verecek boyutlara taşınmış bulunmakta.

Seçimi kazanmak için on binlerce insanın ölmesi, milyonlarca insanın yoksulluk çukuruna itilerek acı çekmesi, çevrenin, doğanın yok edilmesi, ülkenin geleceğinin karartılması, onlara ellerine diken batmış kadar acı vermemekte. Çıkarları için insanlık değerlerinden böylesine uzaklaşması kolay anlaşılır bir durum değil.

Kendi çıkarlarını toplumun çıkarları olarak göstererek girişilen çirkinlikler, insan yaşamının saygınlığına kulaklarını tıkamaları, gözlerini kapamaları, yüreklerini duyarsızlaştırmaları, ülkenin geleceğinin hiçe sayılmasına doğru koşar adım yürümeleri somut bir geçeğimiz olmuş durumda. Utanma, sıkılma gibi değerler, sabah evden çıkarken poşete konarak çöpe atılmış gibi.

Ne olursa olsun, bu tür bir siyaset yapma biçiminin ülke insanının daha uygar, daha aydınlık, daha güneşli bir geleceği görmesine engel olmayacağından kuşku duymamak elde değil.

Kendilerini, çıkarlarını gerçekleştirmek için ülke yönetimini ele geçirmeye çalışanların, yönetime gelmeden önce bu düzeysizlikleri yapmaktan çekinmemeleri, yönetime gelince neler yapacaklarının ipuçları vermekte.

Seçimi kazanmak için her yol mübah (yapılmasında din yönünden herhangi bir sakınca bulunmayan) sayılmakta. Bu yöneliş yalnızca dinler yönünden değil, insanı öteki canlılardan farklı yapan, insana özgü tüm değerlerin ayaklar altına alınmasına neden olmakta. Yapılması yalnızca din yönünden değil, insana özgü tüm niteliklerden yoksun bulunulan yerlere gelinmiş olduğunu göstermekte.

Geldiğimiz noktada, seçim sistemleri, seçmen davranışları gibi konularda önemli araştırmalar yapan Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun tanımıyla “neo-patrimonyal sultanlık rejimi” ile yönetiliyoruz. Padişahların yönetimi bile bundan daha anlamlıydı. Bunun açık bir devlet bunalımı, bir sistem tıkanması olduğu açık. Bu topraklarda yaşayan insanların en azından önemli bir bölümünün böylesine çağdışı bir yönetim çarkı içine sıkışmaya yaraşmadıklarını söylemek gerekmekte. Bu durumun sürdürülebilir olmadığının altını çizmek gerekmekte.

Ülkemizin bu acıklı durumunu değiştirmek, bu ülkede yaşayanların öncelikli görevi. Bunu iyiye, daha güzel bir geleceğe çevirme işini bizim adımıza bir başkaları yapamaz, yapmaz.

Siyasal yaşamın bu düzeysizliği, ülke halkının çıkarlarından kopukluğu, geleceğimizi değil, bazı kesimlerin çıkarlarını gerçekleştirmeye odaklanışı, ülkede yaşayan insanların sorumlu oldukları bir sonuç. Sorumluluğumuzu sorgulamamamız, yapmamız gerekirken yapamadıklarımızla yüzleşmemizin bundan daha gerekli olduğu bir dönem yok. İş işten geçtikten sonra dizlerimizi, göğsümüzü dövmenin bir yararı olmayacak.

Kendi ellerimizle ördüğümüz bu düzeysizliği, yine kendi ellerimizle süpürüp deniz atmanın, yalnızca kendi adımıza değil, tüm insanlarımız, insanlığın tümü adına, sonuçlarından kaçamayacağımız bir sorumluluk, bir görev olduğunu unutmamız gerekmekte. Seçim günü sandıklara gidip birilerinin daha çok bu ülkenin tepesinde at oynatmasına değil, bu ülkeyi Ortaçağ’ın karanlıklarına taşımalarına değil, çocuklarımızın, torunlarımızın daha saygın bir ülkede, insan hak ve özgürlüklerinin yaşama geçtiği bir toplumda yaşama adına oyumuzu kullanmamız gerekiyor. Bu olanağı çok iyi değerlendirmezsek, bu hakkımızı bir daha kullanamayacağımız karanlıklara gömülmemiz kaçınılmaz olacağa benzemekte.

Bu kötü gidişe ya dur diyeceğiz ya da üzerimize çöken karanlığın altında ezilip kalacağız. Siyasal oyunların çirkinlikleri, acımasızlıkları altında yok olmayı değil, insan oluşumuzun güzelliklerinde yaşamayı seçmekte geç kalmayalım. Bu seçimler köprüden önceki son çıkış olmaktan kurtulmamızın sağlandığı seçimler olsun.