Yine milli birlik ve beraberlik içinde birilerine kızdık.

Yaşadığımız topraklarda dört kuşak önce meydana geldiğini bildiğimiz büyük acıların ve travmaların adını koymak konusunda insani ilkelerden çok kendi günlük siyasal çıkarlarını gözeten Fransız cumhurbaşkanı ve bir avuç destekçisine oransız tepkiler gösteriyoruz.
Osmanlı'nın son dönem yönetimini (İttihat-Terakki) tercihleriyle imparatorluğun yıkılmasına katkıda bulunmuş olmalarına ve sorumluluklarını bildikleri için her biri başka bir yere kaçmalarına rağmen yaptıklarıyla değil kim oldukları için savunuyoruz. Oysa kritik bir gözle değerlendirmemiz gereken kişiler, kadrolar hatta hükümetler değil, hükümet etme tarzı. (Hikmet-i hükümet.) Yani hükümet-devlet ne yaparsa iyi yapar, halk sadece tabi bir yığındır; devlet adına o yığın terbiye edilir, güdülür, istenilen şekil verilir, fazlalıklar ayıklanır, direnen öldürülür, sürülür ve bütün bunlar için hesap verilmez. Bu anlayış, Osmanlı'nın son döneminden milli mücadeleyi yürüten kadronun sürekliliği nedeniyle cumhuriyete de sirayet etmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Dersimler (çoğuldur), Çorum, Maraş, Sivas katliamları, Kürt sorununu çözeceğiz diye işlenen seri cinayetler, yeni tehcirler (köy boşaltmalar ve halkını sürmeler) darbeler, başbakan asmalar ve son olarak Hrant Dink adlı bir barış güvercinini öldürten anlayış olduğu gibi durmaktadır.
Bu konularda uyanan bilinç ve ortaya çıkan bilgi kırıntıları daha bu çok çektiğimiz yönetim tarzıyla (ve anlayışıyla) hesaplaşmaya gelmemiştir. Sorumluları cezalandırmak tabii ki önemlidir ama kurumları ve kanunları ortada duran bu zihniyeti, alışkanlığı, hedef alıp sonlandırmadıktan sonra tekil uygulayıcıları sorumlu tutmak (bataklık dururken sivrisinekleri avlamak) yeterli değildir. Her seferinde Mehmet Ağar'ın son 20 yılın karanlık ve kanlı olayları için söylediği yanıtla karşılaşırız: "Her şey tepede karara bağlandı." Zaten hep öyle oldu. Artık "tepe"nin böyle bir yetkiye sahip olmadığı düzeni kurup yerleştirmek zorundayız. Ama tepe değişmesine rağmen kurumsal alt yapı aynen duruyor. Arz ederim!
Şimdi gelelim Fransa'daki duruma. Çok güvendiğim bir Türk-Fransız akademisyen şu değerlendirmeleri yapıyor:
1. Fransız halkının derdi iş bulmak, ay sonunu getirmek; dış politika değil. Le Monde gazetesinin yaptığı bir anket, okurların yüzde 85'i bu konunun Meclis'in işi olmadığını ortaya çıkarmıştır. (22 Aralık.)
2. Konu 500.000 Ermeni'nin, Tarihçiler Birliği'nin, 70 kadar kişiliksiz, 10 kadar da kafası çalışan milletvekilinin ilgisini çekiyor, o kadar.
3. N. Sarkozy'nin Fransa'nın Türkiye ile olan ilişkilerini (12 milyar dolar veya euro'luk ticaret hacmini) bozma pahasına yasalaşmasını istediği tasarı, yaklaşan seçimlerle ilgili olarak, Ermeniler'den oy toplamaya yönelik.
4. Ama iş bundan daha karmaşık. 17 başkanlık adayı var. Sanılıyordu ki seçimin ikinci turuna sosyalist adayla (François Hollande) Sarkozy kalacak. Ancak sağda kuvvetli rakip adaylar var: Aşırı sağ parti adayı bayan Le Pen ve merkez adayı François Bayrou. Solda bay Hollande'ın ikinci tura kalacağı kesin gibi. Karsısında ise üç sağ/merkez adayından sadece bir tanesi olacak. Le Pen'in hızla oy topladığı söyleniyor. Yani Sarkozy ikinci tura kalmayabilir. Eteklerinin tutuşması ondan. O yüzden nereden olursa oy toplamaya çalışıyor.
5. Ermeni oylarının hepsinin aynı yöne gideceği kuşkulu. Türk asıllı Fransızlar'ın hepsinin Sarkozy'ye karşı oy kullanacakları ise besbelli. Sarkozy'nin hesabı tutmayacak ama çok çaresiz. Saçma şeyler yapabiliyor.
6. Türkiye bu durumu iyi kullanabilir. Sarkozy'ye karşı o kadar Fransız var ki (milletvekilleri, tarihçiler, basın, okuryazar kamuoyu) bunlar iyi yönlendirilirse durum Türkiye lehine dönebilir. Bu yüzden, gösterilecek tepkiler duygusal değil akılcı ve sonuç alıcı olmalı. Sarkozy'ye karşı olan kamuoyu kazanılmalı.
Başka eklenecek bir şey var mı?