Siyaset ve onun doğası üzerine düşünmemiz gerekiyor. Son tahlilde bir faaliyetten söz ediyoruz. Peki, nasıl bir faaliyet? Bu faaliyeti, akademik faaliyetten ayıran önemli bir noktaya değinerek başlamak yol açıcı olabilir. Akademik faaliyetin izlerçevresi (muhatapları) son derece sınırlıdır. O faaliyetin sonucunda ulaştığınız bulgularınızı ve o bulguların sizi ulaştırdığı “doğruyu” eğip bükmeden, ödün vermeden akademik çevreye sunarsınız. Son tahlilde sınırlı bir uzmanlar topluluğuna hitap ediyorsunuzdur ve o uzmanlığa sahip olmayanları düşünmek, onları ikna etmek gibi bir kaygınız yoktur. (Bu söylediğimin ayrı bir makale yazdıracak kadar fazla istisnası vardır elbette. Örneğin feminist veya Marksist sosyal bilim çalışmaları kitlesiyle çok daha doğrudan bir ilişkiye girer ve bir “farkındalık yaratma” saikini en başından itibaren gözetir. Sadece sosyal bilimlerde değil, fizik bilimlerdeki etik kaygılar da bu istisnalara eklenebilir. vs.) Bütün istisnalarına rağmen akademik faaliyet, özünde bir uzmanlar topluluğuna seslenen ve kendi doğrusunu o topluluğun içinden alacağı kabulle sınayan bir faaliyet biçimidir.

Peki ya siyasal faaliyet? Daha doğrusu demokratik ve çoğulcu siyasal faaliyet? Bu faaliyet biçiminde de elbette doğruyu söylemek vardır; olmalıdır. Fakat doğruyu söylemenin, akademik faaliyette olmayan çok önemli başka bir unsuru söz konusudur burada. Çoğulcu siyaset, mümkün olan en geniş kitleyi kendi doğrunuza ikna etmek üzerine kuruludur.

Bu tarz bir siyasal faaliyette, ikna etmekle yükümlü olduğunuz grup artık bir uzmanlar topluluğu (ya da “profesyonel devrimciler”) değildir. En geniş halk kesimleridir. Her koşulda doğrunuzu en keskin, en ödünsüz bir biçimde söylemenin ve sanki o doğrunuzun arkasındaki bütün akıl yürütmeleri, bilgileri, sezgileri toplumun geniş kesimlerinin de paylaştığını varsaymanın gerçekte bir karşılığı yoktur.

Siyaset, bağlam-bağımlı bir faaliyet biçimidir. Son tahlilde dilde ve eylemde somutlanır. Hangi toplumsal bağlam içinde siyaset yapıyorsanız dilinizi ve eylem biçiminizi o bağlamla ilişkilendirmeniz gerekir. Söylemeye gerek yok: Var olan toplumsal yapının esiri olmaktan söz etmiyorum. Tam tersine, o toplumsal bağlamı dönüştürecek güçte bir siyasal pratiğin üretilmesinin ancak o bağlamla etkileşime girmeye, ona kanal açmaya ehil bir dille mümkün olduğunu iddia ediyorum.

Öyleyse, her politik özne öncelikle destekçilerini tahkim etmeye dönük bir siyaset mi yoksa yeni bireylere ulaşacak bir siyaset mi izleyeceğine karar vermelidir. Dikkatli okur anlamıştır: mevcut kadroları tahkime ayarlı bir siyaset dilinin, görünürdeki bütün radikalliğine rağmen kendini avutmak dışında bir sonuç vermeyeceğini düşünüyorum. Örgütü tahkim etmeyi hedefleyen bir siyaset dili, kaçınılmaz olarak içe dönecek ve örgüte ait olmayanların anlamayacakları esoterik haller alabilecektir. Bu siyaset, gittikçe daha saf, daha net bir “ideolojik birlik” talep etmeye başlayacak ve Türkiye sol tarihinin fazlasıyla örneklediği gibi tahkim hedefiyle başlayan süreç, bölünmeyle sonuçlanacaktır. Bugün ihtiyacımız olan siyaset tarzı bu değil.

Eğer en geniş toplum kesimlerini (ki içinde AKP’ye oy veren yüzde 50 de var!) ikna etmeye dönük bir siyaset izleyeceksek o takdirde Mao’yu değil, Marks’ı hatırlamalıyız! Başka bir deyişle, öznel iradenin oldukça sınırlı olduğu bir alana giriyoruz demektir. Böylesi bir siyasetin kendine sorması gereken soru şudur: Nasıl bir toplumsal yapıda siyaset yapıyoruz? O toplumsal yapının temel sosyolojik özellikleri nelerdir? Ne tür ideolojik ve tarihsel koşullanmışlıkları vardır? Temel fay hatları nereden geçer?

İçinde siyaset yaptığınız sosyolojik yapı, siz farkında olmasanız da kullanmanız gereken dili ve eylem biçimini önemli ölçüde belirler. Bu yapıyla etkileşime giremeyen -daha doğrusu bu yapıya bir kanal açamayan - hiçbir siyasal faaliyetin ve o faaliyetin dillendireceği hiçbir “doğru”nun toplumsal karşılığı olmayacaktır. O topluma kanal açamadıkça da o toplumsal yapıyı dönüştürücü –yani devrimci- hiçbir etki yaratamayacağız; söylediklerimiz ne kadar “devrimci” olursa olsun…