Yurtdışında uzun süre yaşadıysanız “Ermeni Meselesi”nin yansımalarıyla günlük hayatınızda farklı şekillerde ve vesilelerle karşılaşmışsınızdır, hem de Türkiye’dekinden çok daha sıklıkla. Ben ilk olarak Hür Brüksel Üniversitesi’nin 1500 kişilik amfisindeki iktisada giriş dersinde yanıma oturan Ermeni kız öğrencinin benimle konuşmayı reddetmesiyle olayın ciddiyetinin farkına vardım. 1980’li yılların ortasından itibaren gerek ASALA’nın terör eylemlerinin sona ermesi, gerekse Kürt siyasi hareketinin özellikle Güneydoğu’da mevzi kazanması, “Ermeni Meselesi”nin Türkiye için eskisi kadar gündemde olmamasını beraberinde getirdi.

Bu durum benim için de geçerliydi, ta ki 2004 yılının Ekim ayında 2005 yılında Brüksel’de yapılacak bir 1915 Soykırımı’nın 90. yıldönümünü anma etkinliğinde konuşma yapmam istenene kadar. Aralık ayında bu toplantıyla ilgili Brüksel’de görüştüğüm ve 3. kuşak Ermeni olduğunu belirten genç Belçikalı; benden, katılacağım toplantıda 1915 olaylarının bir soykırım olduğunu kabul ettiğimi, Türk halkı adına özür dilediğimi ve 1915 olaylarının soykırım olduğunu reddeden Türklerle Yahudi soykırımını inkar eden revizyonist aşırı sağcıların aynı kefeye konulması gerektiğini beyan etmemi beklediklerini söyledi. Ben ise o zamanlar olanların bir ‘mukatele’den (karşılıklı savaş ve öldürme) ibaret olduğuna inandığım için, teklifini kibarca reddettim ve 1915’te olanlara bir de Türkler açısından bakılması gerektiğini, iki halkın kardeş olduğunu, bir şekilde bu sorunun çözüleceğini inandığımı belirttim.

‘ERMENİ MESELESİ’Nİ HASIRALTI ETMENİN YOLLARI

Yukarıda, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren“Ermeni Meselesi”nin Türkiye’de gündemden düştüğüne işaret ettim. Bu, yurtdışında yaşayan Türkler için de geçerliydi ancak bir yere kadar zira gerek görsel ve yazılı basında, gerekse tarih çalışmalarında bu ‘mesele’ sürekli gündeme gelmekteydi. Son derece değerli ve saygın araştırmacılar 1915’te olup bitenlerin bir soykırım olduğundan zerre kadar şüphe etmediklerini her fırsatta dile getiriyorlardı. Bir süre sonra bu konuyu işleyen televizyon programlarıyla karşılaştığımda kanal değiştirmeye, bir gazete ya da dergide bu ’mesele’yle ilgili bir haber gördüğümde okumamaya gayret etsem de pek başarılı olduğumu söyleyemem ! Dönemin tanıklarının ifadeleri, fotoğraflar ve görüntüler korkunçtu: Ölü sayısı bir milyonu geçmişti, kadın, erkek, çocuk ayrımı yapılmaksızın gerçekleşen bir etnik temizlik söz konusuydu ve bütün bunlara ‘tehcir’ süsü verilmek istenmişti. Bu kadar çok sayıda yetkin araştırmacının yanılması güç idi ama öte yandan dedelerimizin bu tür bir vahşetten sorumlu olabilecekleri fikri beni feci şekilde rahatsız ediyordu. Olayların 1. Dünya Savaşı’nın olağanüstü koşullarından kaynaklanan ve iki taraf için de ölümcül sonuçlar doğuran bir karşılıklı şiddet eylemi olduğunu kabul etmek en makul ve en az acı veren tutum gibi gözüyordu …

Elif Şafak, 25 Eylül 2005 tarihinde Washington Post’da çıkan bir yazısında Türkleri “Ermeni Meselesi” karşısında takındıkları tutuma göre dört gruba ayırmıştı: (i) Türklerin Ermenileri değil, Ermenilerin Türkleri katlettiğini söyleyenler (ii) 1915’te yaşananların Ermenileri hedef alan bir soykırım değil bir mukatele olduğunu iddia edenler (iii) Yaşananların bir mukateleden fazlası olduğunu bildikleri halde soykırım ifadesini kullanmayıp, geçmişe sünger çekip Ermenistan ile işbirliğini artırarak bu sorunun çözülebileceğine inananlar ve son olarak (iv) 1915’te yaşanan olayların gün ışığına çıkarılması, derinlemesine tartışılması ve gerekli derslerin çıkarılması gerektiğine inananlar. İkinci grupta yer alanların Türkiye’de çoğunluğu oluşturduğunu tahmin etmek zor değil. Yukarıda değindiğim gibi bu tutumun rahatlatıcı bir yanı var …

NE YAPMALI ?

Mevcut kuşakların “Ermeni Meselesi”ni çözmek açısından büyük ölçüde ‘kayıp’ kuşaklar olduğunu ve eğer bu sorun bir gün çözüme kavuşacaksa, bunun gelecek nesillerin eseri olacağını söylemek sanırım yanlış olmaz. Ermeni ve Türk gençlerini bir araya getiren, birbirlerini tanımaya ve anlamaya yönelik etkinlikler teşvik edilmeli, bu tür etkinliklerin sayısı ve kapsamı artmalıdır. Ermeni meselesinde yukarda değindiğim dördüncü yaklaşımı gündeme getirmek bugün bile birçok mecrada büyük ölçüde tabudur: 2006 yılında ODTÜ’de çalışmaya başladığımda bir arkadaşım “kelli felli adamların yanında sakın Ermeni meselesini açma, kariyerinde büyük sorun olur sonra” uyarısında bulunmuştu bana. Bu entelektüel terör ortamının geriletilmesi, giderek sona ermesi için ne tür girişimlerde bulunulması gerektiği üzerine kafa yorulmalı, bu yönde yapılacak öneriler ivedilikle hayata geçirilmelidir.

Teşkilat-ı Mahsusiye 1915’te kendisine biçilen misyonu hakkını vererek yerine getirirken; birçok mülki amir, asker ve sıradan vatandaş Ermenilere yönelik yok etme emirlerini yerine getirmeyi reddettikleri için idam cezasına çarptırıldılar. Emirlere karşı çıkamayanlar arasında hayatlarının geri kalan kısmını vicdan azabı içinde geçirenler oldu. “Ermeni Sorunu” demokratik bir tartışma ortamında çözülmediği sürece gelecek kuşakların da benzer bir vicdan azabından muzdarip olacaklarından benim zerre kadar şüphem yok. Çocuklarımıza/torunlarımıza böyle bir gelecek bırakmaya hakkımız yok !