Bir toplumu tanımlarken tek tek insanların iyiliğinden veya kötülüğünden bahsetmenin bilimsel olmadığını söylemeye gerek yok kuşkusuz. Konumuz içinde yaşadığımız toplum yapısının kötü olduğu gerçeğinden hareketle kötülüklerin neler olduğu kadar nedenlerinden de söz etmek gerekir.

Yaşadığımız ekonomik ve toplumsal sistemde kötülüklerin kaynağının iki ayağının olduğu ortadadır. Bunlardan en önemlisi ülkenin yönetici sınıflarının emekten, çalışandan, üretenden yana olmayan siyaset anlayışının iktidarda oluşudur. İkinci ise bunun kadar, hatta daha önemli olanı yönetilenlerin örgütsüz, edilgen ve biatçılığının bir türlü aşılamamış olmasıdır.

Örgütsüz insan edilgen olur. Bu siyaset felsefesine göre genel bir doğru. Pekala, bir insanın günlük yaşamında karşılaştığı pahalılık, işsizlik, düşüncesini özgürce açıklayamama, etnik, cinsel ve kimlik yönünden aşağılanma, ötekileştirilme gibi her tür türlü olumsuzluklara rağmen biatçı oluşunu nasıl açıklayacağız?

Kürtçe türkü söylediği için saldırıya uğrayan inşaat işçisini yok sayabilir miyiz?

İşyerine Kürtçe tabela astığı için hakarete ve saldırıya maruz kalan esnaf bu ülkede yok diyebilir miyiz?

Farklı cinsel yönelimi var diye katledilen insanların faillerinin cezasız kaldıklarını inkar edebilir miyiz?

Yoksulluk sınırının 24 bin, açlık sınırının 8 bin Türk Lirası civarında olduğu şartlarda ''3,500 TL emekli maaşımla gül gibi geçiniyorum'' diyen bir yaşlıyı hangi mantıkla, nasıl tanımlayacağız?

Özellikle son 40 yıldır ''tek terörist kalana kadar öldürmeye, vurmaya devam '' diyerek sadece güvenlik politikalarıyla ülkenin en önemli sorunu, Kürt Sorununun çözülmediğini, bu yolla da asla çözülemeyeceğini bu ülkenin insanlarına anlatabildiğimizi telaffuz edebilir miyiz?

Kamu ihale yasasının bu yazının yazıldığı ana kadar 192 kez değiştirilmesinin nedeninin yeterince sorgulandığını iddia edebilir miyiz?

Maden 'kaza'larındaki ölümlerin kader olmadığını, kapitalist sömürü ve kar hırsından kaynaklandığını muhalefetin çoğunluğu tarafından dile getirildiğini gönül rahatlığıyla ifade edebilir miyiz?

Cezasızlıkla sonuçlanacağı bilindiği için ülkede her gün ortalama 2 kadının erkekler tarafından öldürülmesinin vicdanları yaraladığı, bu travmanın toplumsal huzursuzluğun önemli bir nedeni olduğunu yadsıyabilir miyiz?

Üniversiteyi kazandığı halde barınacağı yurt bulamadığı için okula kaydını dondurup memleketine giden öğrencilerin durumunun içler acısı olduğunu yeterince gündeme getirebildik mi?

Uyuşturucu trafiğinde ülkenin uluslar arası kamuoyunda gri listeye alınmasının anayasasında ''çağdaş hukuk ve sosyal devlet'' yazan bir ülke için kabul edilebilir bir realite olmadığı, bu gerçeğe rağmen iktidarın oy yüzdesinin hala %30'lar civarında olmasını nasıl açıklayabileceğiz?

İktidarın iç politikadaki başarısızlıkları neticesinde olağanüstü yönetemezliği ortadayken muhalefetin önemli bir kısmının dış politika konusunda iktidarın yanında olmasını nasıl izah edebileceğiz?

Hiç kuşku yok ki AKP'nin tüm çürümüşlüğüne ve çöküşüne karşın halen iktidar potasında kalabiliyor olmasını sağlayan şeyin, muhalefetin sağcılığı ve sorumluluktan uzak anlayışları olduğunu dillendirmeye bir itiraz olabilir mi?

Örnekleri çoğaltmak mümkün kuşkusuz.

Yüksek enflasyonist sürecin çalışanların gelirlerini aşındırması, üretimdeki bölüşüm ilişkilerinin sürekli emek aleyhine bozulması, işgücünün beşte birinin işsizliğe mahkum olması, mutlak yoksulluğun ve açlığın yayılması sonucu toplumdaki ahlaki değerlerin gittikçe sarsılması... Sistemin malum silindirine karşı (özellikle) örgütlü mücadele içinde olmayanların öfkelerini aile içi şiddete yöneltmeleri, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması...

Bütün bu olumsuzlara rağmen yolsuzlukların ve ahlaksızlığın kanıksanmasının, biatçılığın yaşandığı bir sürecin nedenlerinden birinin, belki de en önemlisinin gerek mevcut eğitim sistemindeki ve gerekse toplumsal yaşama egemen olan din etkisinin olduğunu belirtmek abartı değildir.

Din, dini eğitim ve dini düşünüşün özelliklerini açıklayacak olursak; din, bir şeyi anlama, bir bilgi edinmenin ötesinde bir şeydir. Bir şeyi anlamak değil, onu bilgisizce ve anlamaksızın kabullenmedir. Bilmeyi değil, inanmayı ve tapınmayı vurgular.

Dinin amacı, insanın anlamakta güçlük çektiği özellikle manevi konular ve yaratıcı hakkında inanca dayalı bilgi ve insanın bu bilgiler doğrultusunda yaşamını sürdürmesini sağlamaktır.

Din, insanların ne yapıp ne yapmayacaklarını kutsal kitap ve peygamberin söz ve tutumları ile belirler, onların gücüyle onları toplumda egemen kılar. Dolayısıyla din, işlevci ve davranışçıdır, yani kişinin toplum içinde gözlenebilir, ölçülebilir davranış ve olaylarını kişinin özgür iradesine bırakmadan toplumsal değer yargılarını düzenleyerek sosyal yapı sistemi oluşturmakla meşguldür.

Bütün dinler insanların, dinin öğretilerini kabul etmeleri, fikir yapılarını ve yaşamlarını bunlara uygun şekilde oluşturmaları için bağlayıcı ve zorlayıcı yaptırımlar getirmişlerdir. İnsanların düşünlerine değil, duygularına hitap ederler...

Dinin ve dini eğitimin toplumsal yaşamda gittikçe egemen oluşu insanların sorgulama, çözüm yolu arama, gelecekleri ile ilgili umutlanma noktasında önemli bir set görevi gördüğü çok açık değil mi?

Ancak her şeye rağmen iktidara dinsel bir ideolojiyle kendilerini bağımlı sayanların da gittikçe artan bir öfke ile kapıldıkları, kendilerini aldatılmış hissettiklerini de görmek mümkün. Üstelik bu öfke, soyguna, talana karşı itiraz gizlenemez hale geliyor; her gün biraz daha açık bir şekilde sömürü mekanizmalarına karşı tepkiye dönüşüyor. Doğal olarak dini duygularını belli politik bir formasyon gereği olarak değil de doğal olarak yaşayanlar da karşılaştıkları ölümcül ikilemin nedenlerini, sorumlularını da iradelerinden bağımsız düşünüyor, sorguluyorlar. Bunun örnekleri yer yer görülüyor. Eğer gerçekler yeterince anlatılabilirse, dayanılması zor bu sömürü düzeninden acı çeken insanlara dokunmanın önündeki duvarlar aşılabilirse gelecek güzel günlerin hiç de uzak olmadığı ortadadır.

İnsanın olduğu yerde umut eksik olmaz...