Son iki hafta sonunu Diyarbakır’da çalışarak geçirdim. İlk haftasonu Hrant Dink Vakfı’nın yerel paydaşlarla düzenlediği ‘Diyarbekir ve çevresinin 1838-1938 ekonomik ve sosyal tarihi’ toplantısı münasebetiyle oradaydım. Kayda değer bir merhale daha katedildi. Şimdilik tebliğlerin videolarına erişimi belirtmekle yetineyim: www.hrantdink.org Geçen hafta sonu da kentin barosunun düzenlediği ‘Sözü Hâkim Kılmak’ başlıklı yeni anayasa toplantısında adem-i merkeziyet anlattım. Demokratik özerklik ile gündeme gelen ama tam da bu yüzden güme giden temel bir tartışma adem-i merkeziyet.

Giderek kararan siyasî ufukta sözün, bilginin, tartışmanın erdemini tercih eden bu iki toplantı savaşarak ayrışma yerine konuşarak normalleşme arzusunun veciz ifadeleriydi. Her iki toplantı da Türkiye’nin tam üstünde bulunduğu yeni yol ayrımını iyi anlatıyordu: Bugüne kadar gelinen noktayla yetinmek veya toplumun bütün katmanlarıyla aktörleşeceği pırıl pırıl bir dönemin temellerini atmak. İlk toplantı bugüne kadar gerçekleşmemiş dört dörtlük bir yüzleşme toplantısıydı. Osmanlı hükümetlerinin, devletin bekasına kurban etmeye razı geldikleri Anadolu’nun doğusunda yaşayan gayrimüslim vatandaşlarının torunları ile hükümetlerin hâl etme işini ihale ettikleri Kürtlerin torunları oturup konuştular, hakikati aradılar. Aradılar ki dün yaşadıkları kadar bugün yaşadıklarını da idrak edebilsinler. Böylece yarınlarını sağlam temellere oturtabilsinler. İkinci toplantı da gelecek ağırlıklıydı. 1982’den bu yana Türkiye’nin sırtındaki deli gömleğini yırtıp atmak ve yeni anayasa, ya da yeni toplumsal birliktelik kontratını tasavvur ederken varolan çatışmalara deva olacak en kalıcı formülü üretmek.

Toplumun hatırı sayılır bir bölümünden gelen talep, temenni ve arzu açık. Zira ortada AK Parti’nin kendisinin önayak olduğu bir özgürlük alanı her şeye rağmen var, ama alan giderek daralmakta. Diğer bir deyişle hükümetin beklentileri karşılayacak siyasî ortamı hazırlama iradesi artık yok. (Bu aralar moda deyim ‘restorasyon’la ilgili ilk makaleyi Mayıs 2008’de yazmışım). Ama isteksizlik toplumun hatırı sayılır bir bölümü için de geçerli. Tüketim toplumuyla tanışmanın verdiği haz ve rehavet, karmakarışık bölgesel ve uluslararası ortamda ülkenin ehven-i şer konumda olması, AK Parti’nin aldığı ezici oy oranı, Başbakan’ın uluslararası imajı... Bütün bu ‘yenilikler’ çoğunluğun ve hükümetin özgüvenine tavan yaptırmış, toplumun ekseriyetini de AK Parti’ye tam biat ettirmiş durumda. Ülkece, fevkalade tehlikeli bir aşırı özgüvenin sarhoşluğuyla hareket edildiğini söylemek abartı olmaz. Hükümetin yaptığı hatalara, üretemediği siyasetlere karşı bir kelam etmenin giderek zorlaştığı, edilen kelamların kaile alınmadığı bir dönemdeyiz artık. Zafer Çağlayan’ın dediği gibi, bir gün herkesin AK Partili olacağı, dolayısıyla farklı bir söze ihtiyaç olmayacak bir dönem.

Yeni paradigma ülkenin temel sorunu olan Kürt çatışmasında ciddi bir muhataplık sorunuyla kendini gösteriyor. Tıpkı vatandaşın hayatını, toplumun birlikteliğini ve ülkenin istikbalini ilgilendiren bütün kararlarda olduğu gibi muhatapsız, istişaresiz ve sonuçta sözsüz... Özetlersek:

- AK Parti’nin Kürtlerin asıl temsilcisi ilân edilmesi ve Başbakan’ın ‘Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin bireysel sorunları vardır’ buyruğuyla birlikte Kürtsüz çözümün alt ve üstyapıları hazır. Tek muhatap AK Parti seçmeni, ‘dilsiz’ farzedilen Kürtler.

- Hükümetin KCK-PKK’ye yönelik dili ve eylemi topluma millî bir damardan yansıyor, Kürtler arasında nüans yapmaksızın onları topyekûn yabancılaştırıyor. Nefret dili üzerinden toplumda derin yaralar açan bir ‘paralel’ tasavvur oluşmuş durumda. Van’da deprem sonrası olanlar bunun açık ifadesi.

- Giderek, bu olumsuz ‘Kürt’ algısı, şiddet karşıtı olan, çatışma çözümünden dem vuran ve Başbakan’ın deyimiyle ‘mesafe koyan’ Kürtleri (ve Türkleri) algılamıyor. Nitekim meselenin askerî yöntem dışında kalan hakikat ve uzlaşma, af, geri dönüş, topyekûn silahsızlanma, anadilde eğitim, vatandaşlık tanımı, adem-i merkeziyet, bölgesel kalkınma gibi ‘sivil’ ama çözüm için hayatî boyutları, keza anayasayı beklemeden yapılacak iyileştirmeler üzerine ciddî bir tartışma yok, sadece boş vaatler var.

- Dikensiz gül bahçesinin sanallığı karşısında bölge siyasetçileri ve kanaat önderleri, siyasî çizgisi ne olursa olsun ‘konuşabileceğiniz son kuşağız’ diyor. 1984 ayaklanması sonrasında doğan ve hayatı savaşla yoğrulmuş kuşağın yabancılaşmasına dikkat çekiyor.

- ‘Dilsiz’ Kürtler ise aslında dilsiz değil, muhatapsızlar. Zira silâhla hak talep etmemek hiç hak talep etmemek veya ne bahşedilirse onunla yetinmek değil. Zira Kürtler için düşünülen biyolojik çözüm yani memnuniyetsizliği tüketimle ve birkaç sembolik adımla satın alarak talepleri unutturmak için çok geç.

Tekrarda daima fayda var: Mütedeyyinler ve AK Parti, ittihatçı/kemalist ideolojinin, Türk veya Sünnî olmayan Müslümanlar ile gayrimüslimleri en az kendileri kadar gayrimeşrulaştırdığını ne kadar çok anlar, çekilen acı ve hakikatlerin ortaya çıkmasına ne kadar önayak olur, adaletsizliklere tüm dışlanmışlarla birlikte ne çareler bulur ve böylece o ideolojiden ne kadar uzaklaşılırsa, demokrasi o ölçüde yerleşecek. Tıpkı Başbakan’ın Dersim yüzleşmesi için attığı tarihî adımdaki gibi. Elde edilenle yetinildiği sürece ise demokrasiden o kadar uzaklaşılacak.