Belirli bir konuda çözüm üretme geçmişiniz yok ise, kurmuş olduğunuz hakikât holdingini korumak da istiyorsanız, özlü sözlere başvurmak önemli bir stratejidir. Modern dünyada nüfuz kurmaya yetecek araçlardan yoksunsanız ve varolmaya devam etmek istiyorsanız, tarihsel ya da dini göndermeleri günümüze taşıyarak eksiği kapatmak zorunda kalırsınız. Gündemden düşmeyen tecavüz gibi konular, aslında muhafazakar siyasetçinin ve dini önderlerin kendi bahçelerini dışarıdan gelebilecek tepkilere karşı koruma titizliğini göstermesi bakımından dikkati hak ediyor. Şimdiki zamana ait sorulara yanıt verebilmek için geçmişten gelen hangi göndermenin seçileceği ise bir profesyonellik işi. Türkiye muhafazakarlığının on iki yıllık siyasal ve kültürel iktidarının, onun rasyonalitesine bir katkıda bulunup bulunmadığını görmemizi sağlayacak pek çok tema da burada yatıyor.

Acımasız tecavüz eylemine yönelik, din adamı-muhafazakar siyasetçi kanalından gelen neredeyse ortak referans, bir hadise başvurmak. "'Cennet annelerin ayakları altındadır' diyen bir gelenekten geliyoruz" sözünü kaç defa duyduğumu dahi unuttum. Hadis, Başbakan Davutoğlu'ndan, yerel yöneticilere varıncaya dek, muhafazakar kesimdeki kadın hakları temasının tek özlü sözü halini aldı. İmam Nesai'nin hadis kitabında rivayet edilen bu hadis, senet yönünden zayıf, kabul görmüş de değil. Fikirlerin temellerine meydan okumaların arttığı yirminci yüzyıla dek, İslamî literatürde neredeyse hiç başvurulma ihtiyacı hissedilmeyen bir Hadis. Kadın haklarına dayalı toplantılarda dahi kadınlara sembolik şiddet uygulamaktaysanız, gözardı etmeye dayalı bir suç ortaklığı içindeyseniz, elinizdeki en zayıf argümanı dahi diriltirsiniz. Konuya dair söyleyebilecekleriniz kısıtlı ise, muhafazakar geleneğin çözümü, cevabı hadis literatüründeki milyonu bulan örnek içerisinde aramaktır. Kadına dayalı bulabildiğiniz nadir kaynağın da zayıf temellere dayanması sorun değildir. Özlü sözlerin dünyayı tam da olduğu haliyle kabul etmeyi gizlice fısıldayan, sabitleyici yönü oldukça kullanışlıdır çünkü. Dini özlü sözler, sanki bir tören gibi kurban verdikten sonra söylenir, kurban vermeye götüren eğilimleri engelleme yollarını inşa etmez.

Türkiye muhafazakarlığı, kendi uyarladığı literatürüne göndermede bulunmadan hiçbir toplumsal meselede söz söyleyemiyor uzun yıllar süren iktidarına rağmen. Sözlere yönelik fetişizmi, söyleyebileceklerinin azlığından kaynaklanıyor. Bu özlü söz dilinin sorunu, bir olaya götüren ilişkiler yığınını basit yargılara indirgediği için, sorunları yaratan süreçleri anlamayı imkansız kılması. Tabii ki sorunun kendisinde politikalarınız ve geleneğinizin payı büyük ise, özlü sözlerin faydası oldukça açık. Ancak kadınların yararına değil, onların yerine konuşan bir geleneği eleştiren bir kopuş, muhafazakar kesimin içinden doğmadıkça bu sınırlama şimdilik kalıcı görünüyor. Sadece politik olarak artık kaçamadığınız noktalarda sığındığınız göreceli bir kadın hakları savunusu da Pierre Bourdieu'nün alicenaplık stratejisi olarak adlandırdığı davranışa yakın. Bourdieu'nün deyimiyle, "tahakküm eden, muhatabının düzeyine "inmek" amacıyla hâkim konumundan geçici ve gösterişçi bir biçimde feragat ederken, aslında varlığını sürdüren tahakküm ilişkisinden, onu inkâr ederek yararlanır." (1)

Muhafazakar özlü sözlerin tekrarı, akılcı diyaloğu ve günümüz gerçekliğine dair doğruluk ölçütleri ortaya koymayı engellediği gibi, tarihsellik niteliği de taşımıyor. Hadis literatüründeki kısıtlı örneği çözüm olarak kullanma, metni tarihselliğinden koparan bir keyfîliğe kapı aralıyor. Yüzyılın önemli din ve kültür yorumcularından olan Nortrop Frye'nin dile getirmiş olduğu gibi, "hâlâ etkili ve kullanışlı olmakla beraber bu türden inanç sistemlerinin şu an bizim için açıklayıcı olmaları çok zordur, çünkü ister metonimik ister betimleyici olsun, bu sistemler kendi dönemlerinde egemen dil evreleriyle çok ağır bir şekilde şartlandırılmışlardır."(2) Tarihselliğin getirdiği derinlikten kopuş, pragmatik bir popülizm için belki gerekli. Ancak muhafazakar intelijansiyanın bütün imkanlarına rağmen basit popülist anlayışlardan kopamıyor olmasını halen 'içeriden' sorgulayan neden yok?. On iki yıllık kültürel ve siyasi iktidarın, düz popülizme ve aforizmacılığa dayanan rasyonalite eksikliğini gidermediğini, hatta seviyenin arttırılması için neden bunca zamandır hiçbir ciddi uyanışın olmadığını nasıl açıklayacağız?. Muhafazakarlık, kendi kurduğu ve başka kimseyi dinlemediği akvaryumu içerisinde, geleceğini de garantiye alabilecek bir seviye ve rasyonalite artışını hâlen önemsemiyor.

Türkiye muhafazakarlığındaki bu eğilimin bir başka yönü de, toplumun gündelik hayatına dair hiçbir şey bilmemenin taçlandırılması, sorulara hedef tutulmaktan kaçmak için naif sözlere başvurmanın alışkanlık halini alması. Bu otoritelerden realiteye dayanan bir soruya yanıt koparabilmek olanaksız, çünkü bu soruları kendilerine de sormuş değiller. Kültür övgüsüne dayanan özlü sözlerin, tecavüzü, 'eylem halindeki niyet'i değiştirmediği, muhafazakar intelijansiya içerisinde de tartışılmış değil. Kadına yönelik sembolik şiddet üreten bu kültürel dünyanın bir parçası oldukları için, yazılı olmayan bir tecavüz izni sunduklarını da önemsemiyorlar. Siyasal ve kültürel alanda kadın 'fıtratı' üzerinden sembolik şiddet uygularken, bir yandan erkeklerin uyması gereken kurallardan bahsetmek, pratik yaşamın mantığından naif bir kopuşa işaret ediyor; Çünkü kurallara uymadaki çıkarlar, kurala uyulmadığı takdirde elde edileceklerden fazla ise ancak kurala uyulur. Ortalama Anadolu erkeğinin yaşam biçimini ve kültürünü ne siyaseten, ne de kültürel üretimle sembolik şiddete maruz bırakmaz iseniz, kişinin kurallara aykırı hareket etmesindeki zararı azalır.

Sanırım eldeki dini literatür ile güncel sosyal sorunlar arasındaki mesafe genişledikçe, özlü sözlerde de artış görmeye başlayacağız. Türkiye muhafazakarlığının söylem stratejisindeki mahrumiyeti, sunabildiği özlü sözlerin ağırlık merkezinin kadın değil anne, birey değil toplumsal görev, özgürlükler değil yükümlülükler olmasıyla devam edecek. Malesef şimdiye kadar gördüklerimiz, muhafazakar rasyonalitenin seviyesinde bir artış beklemenin içeriden bir destek görmedikçe mümkün olmadığı yönünde. Muhafazakarlığın özlü söz alışkanlığının dışına çıkıldığı nadir durumlarda da suçluyu sözlü olarak teşhir etmekle yetindiğini, suçluyu var eden koşulları değiştirmeye çalışmadığını yineleyerek göreceğiz.

-Kaynakça-

(1) Bourdieu, Pierre, Wacquant, Loic (2010), Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, İletişim Yayınları, İstanbul, s:138

(2)  Frye, Northrop (2006), Büyük Şifre, İz Yayıncılık, İstanbul, s:338