Bilmiyordum, benim ayıbım olsun, Neşet Ertaş'ı en iyi tarif eden sıfatı, "bozkırın tezenesi", bir başka usta Yaşar Kemal'in sözüymüş. Hani "altını sarraf anlar" lafıyla açıklanır bir durum.
Çetin Altan ustamız yazarlığın ne zor bir meslek olduğunu anlatırken, "bir kalem bir sayfa kâğıt, onunla bir hayat, bir ömür geçecek" der.
Günlerdir Ertaş'ın bir resmine bakıp bu sözü düşünüyorum. Ertaş sahnede. Altında kemerinden taşmış, kelimenin tam manasıyla "dökülen" bir pantolon, üstünde yoksul bir gömlek. Sağ elini yüreğinin üstüne koymuş, teşekkür ediyor. Sol elinde saz... Ozandan çok o saza bakıyorum. Çetin Altan'ın hayatı, ömrü kazanan kalemi gibi, o saz bir hayatı kazandı. O resimde saz belki ustadan büyük. Ve bir saza, sadece bir saza sığmış bir ömür.

***


1971 miydi, tam hatırlayamıyorum. Siyah beyaz TRT televizyonuna bir gece bir garip, yoksul adam çıktı. Elindeki saz boyundan posundan büyüktü. Sonra o ufak tefek, kasketli adam o dev gibi divan sazına vurmaya başladı. Bugün gibi hatırlıyorum, birlikte "seyrettiğimiz" onca insan, hepsi müzikle iç içe, dopdolu, yerinden doğruldu. Sonradan öğrendim ki, o kişi, Ertaş'ın ayak ucuna defnedilmek istediği babası Muharrem Ertaş imiş.
İsteyenler arasın bulsun, YouTube'da var. Babayla oğul atışıyor. Babası oğluna aynı yolu tuttuğu için kızıyor. Oğlu ise çok daha felsefi bir cevap veriyor. Nitekim Yaşar Kemal oğul Neşet için "babanı geçemezsin dedim ama geçti" saptamasında bulunuyor. Geçti mi, bilemem.
İki farklı kuşak, iki çok farklı beslenme kaynağı, iki farklı yaşantı. Neşet Ertaş'ın yozlaşmadan o geleneği sürdürdüğü ama ona yepyeni boyutlar eklediği apaçık.
Gene de bir ortaklık var: baba da oğul da bu dünyada kahırdan başka şey çekmedi. Babası oğlunun sahip olduğu şanı, şöhreti, itibarı görmedi. Oğlu onlara muhatap olduysa da, ömrünün ilk evresinde yaşadığı acıları, çektiği çileleri asla unutmadı. O nedenle ölene kadar, o yaşantının baskısı altında, başladığı gibi kaldı; daima ezik, çekingen, uzak, daima yaralı, kahırlı.
Baba-oğul gerçekten son abdallardı. Köy köy, hane hane gezen sazcılar, sözcüler, köçekler şimdi de vardır ama artık farklı bir Türkiye'deyiz.
1930'larda doğmuş bir insanın ülkesinde değiliz, o yoksulluk yok artık, ülkeyi kavuran.
Büyük bir gerçek bu yaşadıkları yoksulluk ama daha fazla ilgimi çeken şey Ertaş'ın ölene kadar dilinden düşürmediği aşk ve aşk acısı.
Kendini anlattığı şiirinde, belgeselde dile getirdiği bir mecnunluğu var. Tutulduğu biriyle yaşadığı bir acı bu. Belki de yok öyle biri. Fakat Ertaş sonuna kadar onunla yandı. Bu aşkın mutlaka bir "özneye", birine dayanması zaten gerekmiyordu. Ben hep ona inandım, büyük ozanların tüketemedikleri, kırıp aşamadıkları bir yalnızlık, bir acı vardır. Bakan, tüm büyük ozanların gözlerindeki kederi görür. Yahya Kemal için Tanpınar "yaralı ceylan bakışı" diyor. O, Ertaş'ı da bugünkü insan yapan, ölene kadar ense kökünde gezdirdiği o boşluk duygusu.
Bir de şu: herkes onun sazını ve sesini dinledi. Sözüne kulak vermedi. Oysa üstünde çalışılsa, Ertaş'ın dilindeki tasavvuftan gelmiş yoğun, şaşırtıcı ölçüde özümsenmiş birikim görülecektir. Bunun "ümmi" birisi için çarpıcı olmadığı söylenebilir mi? Nedir bunu yaratan dinamik, hem de bugünkü günde, araştırılmayı bekleyen bir sorudur.

***


Bir insan ölümsüzlüğe adıyla ulaşamaz. Elbette adıyla ağar geleceğe. Ama bir dile "anonim"leşen deyimler, sözcükler, türküler sokan insandır, lafı darbımesel haline gelen insandır ölümsüz olan. Bir halk, türküsünü yakanı asla unutmaz. Günlerdir çevremde, gerçekten hiç ilgisi olmamış onca insanın, Ertaş'ın ölümüyle sarsıldığını görüyorum. Sarsılmak doğru bir sözcük.
Neşet Ertaş toprağın insanıydı. Onu daha iyi ifade edecek bir deyim bilmiyorum. Bulamıyorum. Sonunda toprağa verildi. Bu beni ürpertiyor. Bir insanın gelip toprakla buluşması, onunla kaynaşması, toprak olması... Sırlanmak. Bu toprakla birlikte, toprak kadar yaşamak demek. Herkes için geçerli. Ama hayata o topraktan gelmek, onun sırrıyla dünyada yaşamak sadece ona döndükten sonra, hatta dönmeden önce efsaneleşecek insanlara mukadderdir.
Neşet Ertaş toprağın sırrıydı.