Neden halk Tunus ve Mısır’da ayaklanıyor da Suudi Arabistan ve Kuveyt’te ayaklanmıyor? Yoksa ayaklanacak mı? Suudi Arabistan ve Kuveyt’te mutlak monarşiler varken Tunus ve Mısır’ın birer cumhuriyet olması bu sorunun yanıtı olabilir mi? Bugün mutlak monarşinin meşruiyeti demokratik olmasa da cumhuriyetten daha çok olabilir mi?

Ne Çöküyor?

Fransız Devrimi mutlak monarşiyi yıkarken, aynı zamanda bir “Devrim Çağı” da başlatmıştı. O günden itibaren bütün dünyada monarşiler birer birer devrildi, yerlerine ulusun (ya da halkın) egemenliğine dayanan cumhuriyetler kuruldu. Devrim’den itibaren siyasal çatışmalar ulusun yani oy verme hakkına sahip olanların kimler olduğu noktasına odaklandı. Siyasal saflar toplumsal değişimin hızı karşısında alınan tavırla belirlenmeye başladı. “Genel ve Eşit Oy” hakkı mülk sahiplerinden vergi verenlere, mülksüzlerden kadınlara doğru genişledi. Marksistlerin itirazı da tam bu noktada ortaya çıktı: Yasa karşısında eşitlik yerine tam eşitlik. Ve Marksistler daha kapsamlı ve daha hızlı bir değişim için bayrağı ele alarak iki aşamalı bir plan sundular: Devleti ele geçirip toplumsal değişmeyi yönetmek.

1900’lerin başlarında Marksistler devletin nasıl ele geçirileceği konusunda bir iç tartışmaya girişti. Sanayileşmiş merkez ülkelerde kalabalık bir işçi sınıfı vardı ve bu sınıf genel ve eşit oy hakkını kullanarak seçimle iktidarı ele geçirebilirdi. Avrupa’daki sosyal demokrat partiler tercihlerini bu yönde kullandılar ve 1920’lerden itibaren kısmen, 1945’ten sonra neredeyse tamamen merkez ülkelerde iktidara gelmeyi başardılar.

Yarı-çevre ülkelerde ise nispi bir sanayileşme, küçük bir işçi sınıfı ve geniş bir köylülük vardı. Üstelik bu ülkelerde baskıcı rejimler, bırakın seçimi en basit örgütlenme ve propagandaya bile izin vermiyordu. Lenin, sosyal demokrat partileri ihanetle suçlayarak işçi sınıfı önderliğinde geniş köylü kesimlerinin harekete geçirildiği bir devrim çağrısı yaptı. 1917’de Rusya’da, 1945 sonrası neredeyse bütün yarı-çevre ülkelerde bu taktik başarıya ulaştı. Komünist (Leninist) partiler bu ülkelerde iktidarı ele geçirdiler.

Çevre ülkelerin büyük çoğunluğu 1900’lere sömürge olarak girmişti. Bu ülkelerin hem seçkinleri, hem de halk kesimleri sömürge rejimlerinden mustaripti. Üçüncü Enternasyonal ezilen halkları birleşmeye ve işçi sınıfıyla birlikte hareket etmeye çağırıyor, çevre ülke komünistlerine iki aşamalı bir plan öneriyordu: Önce bağımsızlık, sonra sosyalizm. Çevre ülkelerin farklı kesimleri geniş halk cepheleri oluşturarak sömürgeyseler sömürgeci yönetimlere, görünüşte bağımsız ama çeşitli antlaşmalarla eli kolu bağlıysalar bu bağlara karşı mücadeleye girişti. Ve bu ülkelerin bir kısmı1920’lerde, 1945’ten sonraysa hemen hepsi bağımsızlığını kazandı. Böylece görünüşteki tartışmaya rağmen, farklı ülkelerde farklı taktikler sayesinde dünyanın neredeyse tamamında Marksistler, en azından planlarının ilk aşamasında başarılı oldu: Devlet iktidarını seçimle ya da devrimle, tek başlarına ya da ulusal cepheler kurarak ele geçirdiler.

Sorun tam da bu noktada ortaya çıktı: Asıl amaç, daha eşitlikçi, daha özgür ve daha kardeşçe bir dünya kurulamıyordu. İktidarı ele geçirinceye kadar ertelenen kimlik sorunları çözülemiyor, eski egemenler tasfiye edilirken yerlerine yenileri geçiyor ve devletlerarası rekabet sürüyordu. Farklı ülkelerin sosyal demokrat ve komünist partileri birbirleriyle rekabet etmeye başlamış, yeni yöneticiler büyük bir yozlaşma sürecine girmişti. 1968 Ayaklanması, bütün kıtalarda ve bütün rejimlerde tam da bu noktada patladı. Bundan ilk etkilenenler merkez ülkelerdeki sosyal demokrat partiler oldu ve 1970’lerden başlayarak iddialarını birer birer terk edip merkez partilere dönüştüler. 1989’da ikinci dalga patladı. Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümünde Leninist partiler iddialarından vazgeçip 1990’lerda topluca çöktüler. Şimdi sıra üçüncü dalgada: Ülkelerini bağımsızlığa kavuşturan ulusal kurtuluş hareketlerinin kalıntısı olan rejimler yıkılmaya başladı. Bu dalga muhtemelen Tunus ve Mısır ile sınırlı da kalmayacak. Bu noktada çökenin tek tek ulus-devletlerde şu ya da bu yolla iktidarı ele geçirip dünyayı ve toplumu düzenlemeye kalkan ilerlemeci/kalkınmacı zihniyet olduğunu söyleyebiliriz. Bu çöküş, kuşkusuz içinde yaşadığımız ve bildiğimizi sandığımız dünyanın da çöktüğü anlamına geliyor. Dolayısıyla iktidarı ele geçirme taktiklerine odaklanmış ve bu temelde birbirini ihanetle suçlayan eski siyaset yapma tarzının da artık işe yaramadığını söyleyebiliriz…

Gelen Ne?

Tunus ve Mısır’da yaşananlar meşruiyetini kaybeden bir rejimi yıkmak için merkezi ve hiyerarşik bir örgütlenmeye, uzun vadeli ve sabırlı bir propagandayla halkın bilinçlendirilmesine, devlet aygıtını yıkmak için silahlı güçlere ihtiyaç olmadığını gösteriyor. Halk, bütün “bilinçsizliğiyle”, “örgütsüzlüğüyle” yalnızca artık o rejimde yaşamak istemediğini kararlı bir biçimde göstererek en güçlü, en baskıcı rejimleri bile yerle bir edebiliyor. Aslında bunun ilk örneğini 1968’de Fransızlar göstermişti. Sonra 1970’lerin sonunda İran halkı göstermişti. 1980’lerin sonunda Rusya ve Orta Avrupa halkları bunu bir kez daha gösterdiler. Şimdi yaşanan bu gerçeğin teyit edilmesinden başka bir şey değil.

Aslında sorun tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Eskinin umudu olan rejimler yıkılıyor ama yerine ne geçiyor? Bugüne kadar iki seçenek ortaya çıkmış durumda. Bu seçeneklerden ilki, adeta Fukuyama’nın “tarihin sonu geldi” iddiasını doğrularcasına, “serbest piyasa ekonomisi, demokrasi ve insan hakları” programında somutlaşıyor. Ortaya çıkan yeni rejimler eski ulus-devletleri -bazen biraz kırparak da olsa- temsili demokrasi, klasik birey hakları ve azınlık, cinsiyet vb. hakları ile yoğurarak yeniden ayağa kaldırıyor. İkinci seçenek ise modernizm ve Batı karşıtlığı temelinde başta İslam olmak üzere din temelinde somutlaşıyor. İktidarı ele geçiren İslamcı akımlar, kısa bir süre sonra kalkınmacı bir program temelinde eski ulus-devletleri din temelinde yeniden örgütlüyor.

Kuşkusuz, her iki seçenek de, kısa süreli bir değişimin ardından ulus-devlet temelli bir çözüme saplanarak geçmişi yeniden üretmekten öteye geçemiyor; olsa olsa bir süreliğine eski rejimin mağdurlarının rızasını kazanıyor. Bugün Tunus ve Mısır’ı da görünüşte bu iki seçenekten biri bekliyor. Bu ülkelerin orduları, İran deneyiminden de ders çıkararak, doğrudan halk hareketine karşı çıkmayıp isyan dönemini bütünlük içinde atlatmaya çalışıyor. Böylece İslamcı akımlara karşı bir güvence, “serbest piyasa ekonomisi, demokrasi ve insan hakları” temelinde eski devletin yeniden inşası için bir fırsat sunmayı istiyor. Bunu yaparak daha örgütlü ve daha umutlu İslamcı akımların iktidarı ele geçirip sistemden kısa süreliğine de olsa çıkmalarını önlemeyi amaçlıyor.

Fransız Devrimi’nin eşitlik, özgürlük, kardeşlik ülküsünü gerçekleştirme iddiasıyla yola çıkan, ancak iktidarı ele geçirme taktiklerine odaklanarak ayrışan, iktidarı ele geçirdikten sonra da büyük bir hayal kırıklığı yaratan Sol, bu çöküş sürecinde kendinin yaratmadığı bir ikiliğin içinde taraf olmaya zorlanıyor. Ya ilericilik-gericilik eksenine yerleşerek dine karşı modernizm ya da emperyalizm-ulusalcılık eksenine yerleşerek Batı’ya karşı İslam’ı savunmak konumuna düşüyor ve her iki seçim de yaşadığı itibar kaybının katlanarak artmasına yol açıyor. Hâlbuki yaşananlar Sol’un yeniden doğması için büyük fırsatlar sunuyor ama bunu başarabilmesi için geçmişiyle hesaplaşmasını da zorunlu kılıyor. Bu hesaplaşmada elinde kalan tek şey ise geçmişte yaptığı temel tercih: Bugün, burada gerçekleştirilebilecek daha iyi, daha güzel bir dünya özlemi.

Bunun için Sol’un yapması gereken ilk şey, aklın tek sahibi olma iddiasından vazgeçmek, halkı bilinçlendirmek yerine halktan öğrenmeye başlamak olsa gerek. Tunus halkı öğretiyor, Mısır halkı öğretiyor. Hem isyan etmeyi, hem de kurduğu yerel komiteler ile geleceğin dünyasının siyasal örgütlenişinin nasıl olması gerektiğini…

 

- - - - -