İttihat ve Terakki gibi bir partinin genel olarak liberal anlayışa, bu arada “adem-i merkeziyet” gibi yöntemlere karşı olması, temelden karşı olması, “eşyanın tabiatı” türünden, çok beklenir bir şeydir. Ama bu parti, aynı zamanda, bir sınıf hareketinin ortaya çıkardığı bir siyasî örgüttür. Onu var eden sınıf hareketinin temelinde de “zengin olalım! Biz de zengin olalım” felsefesi yatıyordu. Bu “felsefe”nin önemli bir kısmı, “gayrı Müslim burjuvanın yerine Türk-Müslüman bir burjuvazi” yaratma hedefini güdüyordu.

Böyle olunca, “siyasî” değil ama “ekonomik liberalizm” o kadar ciddi bir düşman sayılmamalıydı. Gerçi “hâl-i hazır”da ekonomi de liberalizm falan kaldıracak durumda değildi; ama bir “Türk müteşebbisler” sınıfı oluştuktan sonra, “Türk kapitalizmi” birtakım liberal uygulamalara da girebilirdi.

Bu yılların adı akıllarda kalmış iki iktisat hocası vardır: Sakızlı Ohannes ile Mikail Portakalyan. Bunlar her ikisi de, “laissez-faire”ci, liberal ekonomi taraftarı adamlardı, ama o dönemin İttihatçılar’ı onlara “entel-liboş” diyerek saldırmayı akıl etmemişti. Ayrıca, “ekonomi” denen ve ancak sihirbazların içinden çıkabildiği o esrarengiz işle uğraşmayı da Cavit Bey’e bırakmışlardı ve Cavit Bey de “liberal”di. Sonunda onu asmayı da başardık ama bunun hiç değilse resmî gerekçesi “liberal” olması değildi.

İttihat ve Terakki’nin iktisatla uğraşan öteki üyeleri ise “liberalizm”in her türlüsünden olabileceği kadar uzak olan kişilerdi: Kara Kemal, Tekinalp vb. Bunlar Smith’in değil, List’in yolunu benimseyen adamlardı.

En başta, “Türk-Müslüman burjuvazi” yaratmanın yolu liberalizmden geçemeyeceği için, kendi açılarından tutarlı oldukları da söylenebilirdi.

Devlet kadrolarının, siyasî elitlerin “ekonomik liberalizm”le bu tedirgin ilişkisi Cumhuriyet boyunca da devam etti. “Siyasî liberalizm”in “tukaka” olması konusunda bir tereddüt, tartışma yoktu. Öyle şeylerin bizim bünyemize uymadığı, uymayacağı besbelliydi. Ama ekonomide özel teşebbüs ve özel mülkiyete dayalı bir kapitalizm yaratmaya çalışıyorsan, liberalizmi büsbütün silemezsin sonra, “Yoksa sen Komünist misin” diye sorarlar.

Atatürk kendisi de, bu tür bir liberalizme, “entel-liboş”çu taraftarları kadar düşman değildi. Ama Cumhuriyet’in İttihatçı kadrolarının yanında, dünya konjonktürü de, Türkiye’nin liberal bir doğrultuya girmesini önlemek için kumpas kuruyordu sanki. İzmir İktisat Kongresi’nde şunu bunu hedef seçmiş olsan da, 1929-30 Buhranı, “devletçilikten şaşmayacaksın” diyordu. Öyle ki, bu, sonunda “Altı Emir” arasına dahi girdi.

Ama, o “Emir”ler arasında en kolay bozulanı hep o oldu. İçinde hiçbir liberalizm biçimi barındırmayan bir kapitalizm henüz icat edilememişti ve Türk milleti de bütün bu tip yaratıcılığına rağmen bunu icat edemiyordu. Onun için, örneğin Demokrat Parti’nin Liberal söylemiyle devletçi uygulaması (kısacık ömründe Serbest Fırka için de söylenebilir) türünden paradokslar hiçbir zaman eksik olmadı, liberaller devletçi gibi, devletçiler liberal gibi davrandılar.

Ancak bütün bu yalpalı gidişler sonucunda, eğitilmemiş kitlelerin zihninde, varolan kapitalizmle “liberal” kelimesi arasında bir bağlantı kuruldu. O kitleler, o kapitalizmin işleyişinden çok mutlu değillerdi (kendilerinin zenginleşmesine imkân açmadıkça): “liberal” lafından anlaşılacak şey, şu varolan kapitalizmse (“gerçekte varolan sosyalizm”in muadili), demek ki “liberalizm” de öyle matah bir şey değildi.

İşte bugünün faşistleri liberalce düşünmeyi suç, “liberal” kelimesini de küfür hâline getirmeye karar verdiklerinde kitle zihniyetinde yer etmiş bu olumsuz çağrışımlardan yararlanmayı hesaplamışlardı: “Çok liberal adam yahu. Karısını da peşkeş çekiyormuş...” Bir zaman önce komünizmi anlattıkları gibi.