Osman Baydemir yıllar önce 'duygusal bir kopuştan' söz etmişti. Kürtlerin bir kısmının giderek Türkiye sisteminin içinde kendilerine yer bulamadıklarını ve ayrıştıklarını.

O dönemde bu sözleri şaşkınlık ve öfkeyle karşılanmıştı. Kastettiği kopuşu reddedenler gerçeği duymak istemiyordu. Medyada yapılan tartışmayı ve Baydemir hakkında o sözlerden dolayı açılan davayı hatırlıyorum.

Aradan zaman geçti. Belki altı ya da yedi yıl. Şimdi o sözlerin sonuçlarını hissettiren bir sokak var artık. Güneydoğu'nun pek çok yerinde, Kürt göçü alan şehirlerin varoşlarında görür olan bir sokak. İstanbul'un bilinen meydanlarında seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Medya ve devletin refleksleri ise bütün bu olanlar karşısında tutulmuş durumda. Belli ki artık ezberler yetmiyor. Polis bildiği usullere sığınsa da ortaya dökülen gerçeğin saklanır yanı yok. 'Kral çıplak' diyor yaşananlar.

Habur dönüşünü bir yol kazasına çeviren medya yine şiddetten medet umarak kurgular yapsa da, gerçek başka türlü bir anlamayı ve sunumu dayatıyor. Medya dahil değişime direnen kurumlar karşılarında o amansız sokağın ezber bozuculuğunu buluyor.

Aslında olanı en iyi, dün Bismil'deki gösteride hayatını kaybeden göstericinin cenaze töreninde açılan pankart anlatıyor; artık ölümden ve öldürmekten bu kadar açık söz eden bir dille karşı karşıyayız. Her şeyin adının konduğu, gerçeğin açıklıkla yaşandığı bir zaman. 'Öldürerek yok edemeyeceksiniz. Ölerek yok olmayacağız' diyor açılan pankartlar. Kaybedecek bir şeyi olmayanların kullandıkları dille.

Kaybedecek bir şeyi olmayanların gücünün yıkıcılığını tasavvur etmek en amansız rejimler için bile mümkün artık. O gücün karşısında ne yargı, ne polis ne de 'yönlendirmenin şahı' medya etkili artık. İflas eden bir sistemin, işlemeyen bir devlet otoritesinin çatırdaması duyuluyor şu an. Vatandaşı polis kurşunuyla vurulurken konuşmayan bir Başbakan, soruşturma başlatsa da ortalarda görünmeyen bir İçişleri Bakanı...

Hal buyken bizi bir arada tutacak yeni zihniyetin nasıl yapılanacağı büyük bir soru olarak duruyor. Bölgede giderek görünür hale gelen kopuşu onaracak yeni bir siyasetin nasıl inşa edileceği sorusu keza.

Türkiye'nin Başbakanı üç gündür suskun. Belli ki seçim öncesi dengeleri kolluyor. Bana kalırsa Başbakan'ın yapacağı hiçbir hesap şu gün çıkıp vatandaşını sahiplenen bir söz etmesinden daha değerli değil. Önümüzdeki on yılları hedefleyen, devlet başkanlığı hayalleri kuran bir liderin ülkesinde sorunlu, sorunsuz bütün vatandaşları kucaklayan bir dille var olamaması nereden bakılsa hazin. Hadi yaşayanları geçtik, ölenleri sahiplenmeyen bir başbakanın geleceği kucaklaması ne kadar mümkün?

Allah'tan bütün bu yaşananlardan karamsar olmamak için de sebepler var; çünkü yaşanan her krizle, Kürtler adına siyaset yapanlar merkeze biraz daha yaklaşıyorlar. Normalde merkez kamuoyunda sözlerine kimsenin kulak vermediği BDP yöneticileri böylesi kriz anlarında herkesin dikkat kesildiği politik birer figüre dönüşüyorlar. Aynı dikkat BDP'li vekillerin merkez kamuoyunda kendilerini ifade etmelerinin önünü açıyor. Merkezde kabul görmelerinin, temsilcisi oldukları kitle üzerinde etkili olmalarını sağlaması ise kaçınılmaz.

Yaşanan krizden çıkan bir başka imkan, Türkiye'nin değişimine direnen, YSK, yargı ve kolluk kuvvetleri gibi yasakçı ve demode kurumların değişime zorlaması. Sistemin adı demokratik olsa da 'bildiğimi okurum' diyen kurumların, ülkeye verdiği zarar daha net görülüyor çünkü. TSK aynı zihniyetle darbe planlarına giderken, YSK siyasetin realitesini reddedip siyasal kriz oluşturuyor. Siyasetin demokratik ve meşru yöntemlerle inşası, yasaklarla imkansız hale getirildiğinde ise şiddet doğallıkla politik bir enstrümana dönüşüyor.

Türkiye'de halkın takdiri hâlâ birinci öncelik olamadığına göre, demokrasi yürüyüşümüzde daha çok oyalanacağız. Makyajı tazelenen kurumlara eski zihniyetle yerleşen bürokratlar tarafından yönetilmek ise kabul edin ki eskisinden daha can sıkıcı!