Fransız Devrimi sırasında tarih sahnesine çıkan ulus-devlet modeli birçok etnik grubu içinde barındıran imparatorlukların yerini aldı ve şimdilerde modern siyasetin esas oğlanı haline geldi. Bu ideoloji çerçevesinde devleti oluşturan vatandaşların ortak bir kültürü ve ortak bir dili sahiplenmesi daha doğrusu bu ortak bir kimliğe asimile edilmesi şart oldu. Ulus-devlet ideolojisinin en temel sorunu ise dünyadaki hali hazırda var olan devletleşememiş ulusların maruz kaldıkları ulusal baskılar. Günümüzde tahmini olarak 15.000 ulusun varlığından söz ediliyor ve bu uluslar yaşam mücadelesi vermekle meşgul. Mevcut kültürleri yaşatma noktasında ise ulus-devletler yıkılmaz bir duvar gibiler.

 

Birçok etnik grubun dahil olduğu bir ulus var olamayacağından, spesifik yollarla ulus- devlet modelinin kök salması ve egemen güçlerin kendilerini var etmesi için bir ulus inşa etme çabasına girildi. Ulus-Devletin doğası gereği bir egemen kimlik oluşturulmalıydı. Süreç içerisinde din ve dil farklılıklarını ortadan kaldırmak için müdahaleler yapmak gerekti ve bu projelerin çoğunda bu yönde hamleler gerçekleşti. Bu modelin temel paradigması bir ulusun devletini yaratması değil bir ulus-devlet yaratıp sonra içini doldurmak oldu. Bunu yaparken izlenen yollar insanlara öz kimliğini unutturma, egemen kimlik dışındaki kimlikleri aşağılama olarak somutlaştı. Yaratılmak istenen algı ise şuydu; ulus-devlet hegemonyasında yaşayan azınlıklar çoğunluğun sahip olduğu imtiyazlara sahip olabilmek için kendilerini onlara dayatılan kimliğe devşirmeliydiler.

 

TÜRK ULUS-DEVLETİNİN KURULMASI

“Türkiye” kelimesi anlam itibarıyla Türklerin yaşadığı yer demek. Bu bağlamda en baştan bu coğrafyada yaşayanlara bir üst-kimlik dayatması olduğunu görüyoruz. Yıllardır bu coğrafyada yaşayan birçok halkı bünyesinde bulunduran Osmanlı toplumundan homojen bir ulus yaratma ideali, bir toplum mühendisliği projesine dönüştü. Cumhuriyeti kuran kadrolar toplumu homojenleştirmenin modernlik olduğu sandılar ve yanıldılar. Atatürk’e yakın kişilerden Mahmut Esad Bozkurt’un şu sözleri zihinlerimizi daha da berraklaştıracağa benziyor; Yeni Türk Cumhuriyetinin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır. Türk’ten başkasına inanmayacağız.”.

 

Bozkurt, kitabının sonsözünde de şunları söylemişti: “Türk ihtilali, öz Türklerin elinde kalmalıdır. /… / Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir.”

 

Azınlıklara karşı alınan bu tavır kendini daha çok Cumhuriyetin ilanında ve 24 Anayasasında belli etti. Bunun yanı sıra meclisteki konuşmalarında hep Türkiye halkı kelimesini kullanan Atatürk, bu söylemini sonraları değiştirdi ve Türk toplumu demeyi tercih etti.

 

Şu anki konjonktürde bu toprakların iki kadim halkı Kürtler ve Ermeniler bu devlet için sorun teşkil ediyorlar. Bu da bize şunu düşündürüyor; bu sorunların temeli cumhuriyetin kurulmasıyla mı atıldı? Tek parti döneminde izlenen politikalar, özellikle Kürt halkına reva görülenler aslında sorunun temelinin ulus-devlet yaratmak için yapılanlar olduğunu gösteriyor. Tek parti döneminde uygulanan İskan kanunları, Takrir-i sükun kanunları, Dersimde olanlar, daha sonra uygulanan ayrımcı varlık vergisi kanunu apaçık ortada. Bunlar bu uğurda yapılmak zorunda olan şeylerdi. Sonuçları ise felakete yol açtı. Bu konuların çözümünün ise ulus-devlet mekanizması içerisinde olamayacağı kesin.

 

Birbirimize yabancılaşmamızı sağlayan, birkaç adım ötede, sınırın diğer tarafında kalan insanlara bizi düşman eden, öteki kavramını gözümüze sokan ulus-devletler artık meşruiyetini yitirmiştir. En küçük ulusun üyeleri bile dahil olduğu ulusun üyelerinin çoğunu tanımıyordur. Fakat kendi ülkeleri içindeki insanlara dost, sınırları dışındakilere düşman olma doktrininin dayatması sonucu farklılıklarımızı iyice abartıp sınırların ardındakilere uzaylı gibi bakıyoruz.

 

Sosyolog Daniel Bell’in dediği gibi ‘’Ulus-devlet, ufak sorunlara çözüm arayabilmek için fazla büyük, büyük sorunlarla baş edebilmek için fazla küçüktür’’.