Türkiye’de 20 yıldır hüküm süren bir siyasal dönem, bugün düzenlenen seçimlerde Recep Tayyip Erdoğan’ın yenilgisiyle sona erebilir. Son haftalarda halk arasında Erdoğan iktidarının başlangıcını çağrıştıran ve muhtemel sonunun açıklaması olabilecek bir söz dolaşıyor ortalıkta: “Depremle geldi, depremle gidiyor.”

Dönemin yaşlı Bülent Ecevit liderliğindeki kırılgan sosyal demokrat, Kemalist ve sağcı koalisyon hükümeti, bankacılık krizine ve nihayetinde ağır bir ekonomik krize yol açan depremin sonuçlarını kontrol altına alamamıştı. . Yeni bir siyasi başlangıcın zamanı gelmişti ve Erdoğan’ın AKP’si hemen mecliste mutlak çoğunluğu elde etti. Türkiye’deki mevcut durum bazı açılardan o dönemi anımsatıyor.

Ekonomi uzun süredir düşüşte, enflasyon ve fiyat artışları sadece yoksul sınıfları değil, orta sınıfı da tehdit ediyor ve insanların, bu durumun Erdoğan yönetiminde değişebileceğine dair pek umutları yok. Ve ardından Şubat ayının başında on binlerce insanın hayatını kaybettiği ve on bir ilin sınırları içinde yıkıcı bir etkisiyle çok büyük bir bölgenin yerle bir olduğu bir deprem oldu. Depremin ilk üç gününde enkaz altında kalan on binlerce insanın kurtarılması için müdahale edilememiş olması bir yana, yolsuzlukta adı ayyuka çıkmış bir Kızılay başkanının bile ancak depremden üç ay sonra, yani yapılacak seçimden iki gün önce istifa ettirilebilmiş olması dahi Türkiye’de tek adam rejiminin somut bir felaket karşısında ne menem bir şey olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda onlarca tv kanalında aynı anda yayınlanan son seçim propagandasında Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun Rusya çıkışına dair, Türkiye’de yakın geçmişteki orman yangınları sırasında Putin’den yangın söndürme uçağı istediğini ve “sağolsun Putin de hemen yangın söndürme uçağını gönderdi” derken Putin ile kişisel dostluk ilişkisinin ne denli güçlü olduğunu göstermek istiyordu. Ancak Putin’le olan dostluk ilişkisiyle böbürlenirken önemli bir hadiseyi ya da tuhaflığı da faş ettiğini düşünemiyor, bu faş edilen gerçeğin sorulması da karşısına Saray tarafından oturtulmuş 20 kadar gazeteci konumundaki insandan hiçbirinin aklına gelmiyordu tabii: Kendisinin on sekiz uçağı varken ülkenin bir tane yangın söndürme uçağı olmamasının garabeti. Gelelim Putin ile olan o çok böbürlendiği ilişkinin gerçek nedenine: Bu dostluk Türkiye’ye çok ama çok pahalıya mal olmuştur. Hiçbir zaman kurulamayacağı ve çöpe gideceği daha başından bilindiği halde, Rusya tarafından üretilen S-400 hava savunma sistemine 2.5 milyar dolar ödenmiş; F 35’den dışlanmasıyla da 7-8 milyar dolar kaybı olmuştur. Ve 14 Mayıs’ta oylanan, aslında iktidar ve muhalefet arasında bir seçim/oylama olmaktan çok bir “tek adam rejimi” ile parlamenter bir yönetim arasında karar verilecek ve bu anlamda bir tür referandum oylaması olacaktır.

Erdoğan iktidarı, tam bir “Propaganda Bakanlığı” olarak teşkilatlanan “Cumhurbaşkanlığı Bilişim Ba(ş)kanlığı”nın “asrın felaketi” propagandasıyla depremin bu boyuttaki yıkıcılığının sorumluluğundan kaçıp kendisini kurtarmak istese de bu depremin ardından, Ecevit hükümetinin 1999 ve 2000’de olduğu gibi kontrolü ele geçiremiyor. Akdeniz’in doğu ucundan doğuda Anadolu dağlarına kadar çok geniş bir bölge tam bir umutsuzluğa batıyor. Pek çok insan ancak sivil toplum tarafından organize edilen insani yardımlarla hayatta kalabiliyor veya ülkenin başka yerlerindeki akrabalarının yanına göç ederek başının çaresine bakmak zorunda kalıyor.

Şimdi ideolojik olarak solcu Sosyal Demokratlardan Kemalistlere, milliyetçilere, hayal kırıklığına uğramış AKP destekçilerine ve küçük bir İslamcı partiye kadar uzanan uyumlu bir blok ona karşı çıkıyor. Seçim kampanyasında büyük bir birlik sergileyen bu ittifak, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi için çağrıda bulunan eski HDP yeni Yeşil Sol Parti’nin de desteğini almış durumda.

 

Muhalefetin kuvvetle olası bir seçim zaferi, Türkiye’nin uzun vadeli sosyolojik eğilimlerine de tekabül ediyor. İki binli yılların başında Türkiye bugün olduğundan tamamen farklı bir durumdaydı. Geçen yüzyılın 1970’lerinden itibaren ülkede gerçek bir “kavimler göçü” başladı. 1960’ların ortalarına kadar, tüm nüfusun yüzde 70’i kırsalda ve sadece yüzde 30’u şehirde yaşıyordu. İstanbul’un 1965’te sadece 1,5 milyon nüfusu vardı. Bugünlerde İstanbul’un 16 ila 18 milyon nüfusu var ve nüfusun sadece yüzde 30’u kırsal kesimde yaşıyor; geri kalanların hepsi şehirlere, çoğunlukla metropollere göç etti. İş aramak için köylerini terk edip büyük şehirlere taşınan bu milyonlarca insan, başlangıçta çoğunlukla varoşlardaki gecekondu mahallelerinde yerleşmişlerdi; yoksuldular ve kültürel olarak uzun bir süre kırsal alandaki değerlerini muhafaza ettiler.

Başka hiçbir şeyleri olmadığı için, köylerde olduğundan daha fazla dine ve dini örf ve adetlere sarıldılar. Erdoğan’ın ailesi de tam da Anadolu’dan İstanbul’a göç eden bu kırsal kökenli ailelerden biriydi ve Erdoğan 1980’lerin sonunda nüfusun çoğunluğunu oluşturan bu büyük şehirlere göç etmiş kitlenin kahramanı ve rol modeli oldu. En azından iktidarının ilk yıllarında onların ekonomik ve kültürel çıkarlarını da savunduğu ve durumlarını gözle görülür şekilde iyileştirdiği için, onların her sözüne inandıkları bir kahraman ve onlara yol gösteren, “rehber” (Führer) olan bir lider oldu. Başbakan olarak yerleştiği Ankara’da Keçiören’de mütevazı bir konutta oturan, onlar gibi biriydi başlangıçta. O, bir Cumhurbaşkanından çok, tıpkı Hitler’in, 30’lu yıllarda Almanların “Führer”i olması gibi büyük kentlerin varoşlarında tutunmaya çalışan ve her geçen yıl tutunan bu sıradan insanlardan oluşan bu kitlelerin hiç sarsılmayan “dik duran” “Reis”i oldu.

Ancak aradan geçen bu süre içinde Türk toplumunun sosyolojik durumu da değişime uğruyordu. Metropole göç eden eski kırsal nüfusun çocukları ve torunları artık kentsel toplumun doğal bir parçası oluyordu. Kendilerini modernleştirmişlerdi ve anne babalarından, büyükanne ve büyükbabalarından farklı taleplerde bulunuyorlardı. Bu genç kuşaklarda bir siyasi lidere körü körüne bağlılık söz konusu olmadığı gibi, Erdoğan’ın çok arzuladığı ve Türk eğitim sisteminden talep ettiği “dindar nesil” de bir türlü yaratılamamıştı.

İlk kez oy verenlerin ve bugün 30 yaşının altındaki seçmenlerin büyük çoğunluğu Erdoğan’ın otoriter tarzını, ataerkil tavrını ve ifade özgürlüğünün baskılanmasını reddediyor. Ayrıca, 2013’te Gezi ayaklanması bastırıldığından ve ekonomi durgunlaştığından, Erdoğan’ın seçmen kitlesine özellikle de genç kuşaklara vaat edebileceği ve dağıtabileceği pek bir şey olmadı. Kişi başına ortalama yıllık geliri, 2023 yılı için 2000’li yıllarda söz verdiği gibi 10.000 dolardan 20.000 dolara çıkarmak yerine, 10.000 doların oldukça altına geriledi.

2014’te ilk kez cumhurbaşkanı olduğundan beri, devletin hazinesi gitgide Erdoğan’ın seçmeninin de hissettiği gibi, belirli bir kesim, Kılıçdaroğlu’nun deyimiyle “5’li çete” arasında paylaştırıldı. Erdoğan da artık Keçiören’de oturan adam değildi, Beştepe’de 1000 odalı sarayda yaşayan bir kişiliğe bürünerek vaktiyle bir ölçüde temsilcisi olduğu kitleden artık tümüyle uzaklaşmıştı. Siyasal bakımdan da iktidarını güvence altına almak için 2016’daki darbe girişiminden bu yana devlet kurumları aracılığıyal uygulayageldiği baskıyı önemli ölçüde artırdı. Bu durum artık sadece Kürtleri, Alevileri, hükümeti eleştiren gazetecileri ve LGBTIQ toplumunu değil, kendi içlerinden, yani AKP saflarından çıkmış bile olsa her siyasi muhalifi doğrudan ilgilendiriyordu.

Bütün bunlar birleştiğinde Erdoğan’ın siyasal prestijinin veya popülaritesinin son yıllarda, özellikle de Gezi Direnişi’nden bu yana giderek azaldığı görülmektedir. Aslında onun devrinin sona ermekte olduğunun en net işareti 2019 yerel seçimlerinde gelmişti. Son yerel seçimlerde sadece İstanbul ve Ankara’da değil, ülkenin en büyük dokuz ilinde de kaybetmişti. Belediye başkanlarının bir tür yerel başbakanlar gibi olduğu bilinen bir şey. Erdoğan, İstanbul’dan Ekrem İmamoğlu’nu ve Ankara’dan Mansur Yavaş’ı yönetim kadrosuna almış dahası Kürt demokrat hareketi ile sosyalist güçlerin de desteğini kazanmış olan muhalefet adayı Kılıçdaroğlu’nun karşısında yapayalnız, üstelik hasta bir insan olarak giriyor bugünkü seçimlere. Sonuç olarak ne Erdoğan eski Erdoğan, ne de Türkiye eski Türkiye. Ve zaten o değil miydi, “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” diyen.