Sanatın özerk olduğu; sanatçının iktidardan bağımsız ve özgür biçimde ürettiği genellemesi koca bir yalan... Tarih boyunca sanatçılarla hâkim sınıflar arasındaki patronaj ilişkisi bilinen bir durum. Özel mülkiyete dayanan üretim tarzının koşulladığı yabancılaşma etkisi; kültürü, sanatı/sanatçıyı ister istemez bağlı ilişkiler ve davranışlar içerisinde örgütlüyor.  Tarihin akışında, kafa kol emeğinin ayrışmasıyla birlikte mitolojinin toplumun organik yaşayışından kopması ve toplumun çoğunluğunu karşısına alarak dinleşmesi gibi sanat ve beğeni de, ilkel kabilenin her şeye birlikte karar verilen ortak hayatından, coşkulu eyleminden koparak ayrıcalıklı sınıfın sahibi olduğu seçkin bir üretime dönüştü.  Bugün için modern kapitalist toplumda işçi sınıfının el konulmuş emeği olan artı değerin bir bölümü olan vergilerle sistemin sürdürücülüğünü ve savunuculuğunu yapmaları için kamu hizmeti görünümü altında din adamı, siyasetçi, bürokrat, hukukçu, danışman, eğitimci gibi bazı insanlar nasıl görevlendirilip yüksekten maaşları/rantları ödeniyorsa; bu durum üretim tarzı yapısına göre açık ya da örtük bir biçimde sanatçılar için de geçerlidir. Yani türlü şekillerde emekçilerden çalınan pay, emekçileri yönetmek için üst yapı kurumlarına aktarılır. Sanat/kültür modern toplumda, politika gibi hem sistem içi hem sistem dışı olarak birbirinden farklı iki şekilde de üretilir. Gerçek özgürleşme hareketi olan proletarya hareketi olduğu sürece devrimci sanat ve devrimci politika olacaktır. 

Marx, kültürün de dâhil olduğu üst yapı aracılığıyla işçilerin kendi emeklerinin kendilerine karşı yok edici bir güç haline gelişine yabancılaşmış emek formu der.  Özne artık doğanın bir parçası olmayandır, kendisi için olanın, kendi güçsel potansiyelinin dışında iktidarın gücünü üretmek için eklemlenendir. Marx’a göre geçmişte efendiye ya da monarka bağlı köleler ya da bugün piyasaya bağlı özgür köleler kendi öz güçlerini, varlıklarını, üretim tarzının koşulladığı yanılsamalı bilinç nedeniyle iktidara havale etmiş durumdalar. Ne ki, ihtiyaçlarının insanca karşılanmasına,  arzularına, yaratıcılıklarına, yeteneklerine olanak vermeyen iktidarın; herhangi bir hükümet, parti, kurum değil de sınıflı toplum olduğunun farkında değillerdir.  Sanatçı,  illüzyonu ister kırmış ister kırmamış olsun, bu negatif varoluşa karşı mücadele sınavını vermeden, Tarkovski’nin deyişiyle bedelini ödemeden “özgür” sanat yapamaz... İnsan aklının ve bedeninin özgürleşmesini bireysel seçime bağlayan Nietzsche'yi, Spinoza’yı, Deleuze’ü aşamayan; üretim tarzını karşısına alamayan soyut bir özgürleşme sorunsalı var sanat ortamında.

varlik

Hem üretim tarzını hem de üretim tarzının halka-emekçilere ve devrimcilere yönelik iktidar aracılığıyla yaptığı baskıları, zorbalıkları, saldırıları karşısına alamıyor. Çünkü yabancılaşmadan, iktidarın doğrudan ve/veya piyasa dolayımıyla türlü biçimlerde bireyleri kullanmasından o da azade değil. 

Sistemle ve/veya piyasayla patronaj ilişkisine giren sanatçının eli bal tutar. Yaratıcılığı övülür önemsenir, geçimi sağlanır, düşmanlardan, kötücül durumlardan korunur kollanır. Karşılığında sanatçı da gerekeni yapar. Yaratıcılığını, hünerini kullanıp hamilerini göklere çıkarır, ölümsüzleştir. Tarih bu konuda sayısız örnekle dolu. Antik Roma şairlerinden Vergilius pek çoğu gibi dönemin imparatorunca kollanmıştı, o da imparatorunun yapıp ettiklerine şiirlerinde açıkça övgüler dizdi.  Antik Yunan şairlerinden, Anakreon’a bir değil iki Tiran birden (Samoz ve Atina) hamilik yaptı. Ticaretin gelişmesi, paranın bulunmasıyla etkin hale gelen yeni burjuva sınıf tiranlığı yıktı. Öncesinde monarşinin Tiran’larına hizmet eden şair; tiranlara yönelik övgülerden yurttaş bireyin trajedisine evrildiğinde patronaj ilişkisi yeni hiyerarşinin (köleci demokrasi) ilişkilerine göre düzenlendi. Floransa’da kendi siyasi nüfuzları için sanatın gelişimine destek olan ve kurdukları okulda Rönesans döneminin sanatçılarını yetiştiren Floransa’nın önde gelen hanedanlarından Mecidi ailesiydi. Ortaçağ’dan ve kiliseden kopuşu gerçekleştiren ticari burjuvazinin yeni, canlı izleri, kültür sanat alanında, Floransa okulunun öğrencilerinde yeni bir patronaj ilişkisi olarak etkisini gösteriyordu. İtalya’nın ünlü ressam ve heykeltıraşlarından olan Michelangelo, Leonardo da Vinci ve Machiavelli gibi isimlere de dünyanın ilk bankasını kurarak prekapitalist ticari sermaye birikimini sağlamış olan bu aile sponsorluk yapmıştı. Shakespeare 1640 İngiliz burjuva devriminin hemen arifesinde, ticaret erbapları ile toprak sahipleri arasındaki sınıf kavgasında tıpkı antik Yunan burjuva devriminde olduğu gibi şiirin bayrağını monarkların, kilisenin gölgesinden kurtarıp, sınıf çalkantıları içerisindeki yeni bireyin trajik kalbine dikerken, toplumsal dönüşümün yeni dengelerinde, lortların, kralların himayesinde; sanatına yeni bir yol açıyordu. Uzağa gitmeye de gerek yok. Bizde Osmanlı sarayının içinden veya yakın çevresinden şekillenen divan şairlerinin çoğunun saraydan düzenli aldıkları akçe ile itibarlı/güvenli bir çevre konforu içinde yazdıkları kaside arasındaki diyalektik ilişki, sanatın sınıflı toplumdaki hakim sınıf gölgesinde koşullanmasına yakın bir örnek. Elbette tüm bu üst sınıf elitizminin karşısına yalın, duru biçimlerde ama daha bağımsız, zaman zaman başkaldıran tarzda, ezilen sınıfların edebiyatı da konumlanıyordu. Köroğlu, Ömer  Hayyam,  Pir Sultan Abdal, Hallacı Mansur,  Nesimi ve bugüne iz bırakan Aşık Mahzuni vb gibi… Günümüzün sistem karşıtı edebiyatı içinde ise Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Hasan İzzettin Dinamo, A. Kadir, Ömer Faruk Toprak, Şükran Kurdakul, Cahit Irgat, Kemal Burkay, Hasan Hüseyin, Can Yücel, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt ve burada sayamadığımız pek çok isim akla gelir. Sistemle kavga edenlerin, düzene başkaldıranların tıpkı diğer devirlerde olduğu gibi Cumhuriyet tarihi boyunca hayatı baskı, işkence, sürgün ve hapislik olmuştur. Bürokraside, bakanlıkta, genel müdürlükte, belediyenin üst koltuklarında maaşı devletçe ödenen; mevkii, unvanı devletçe verilen ya da piyasa ilişkileri içinde kendini metaya dönüştürmüş bir ‘sanatçı’nın özgür düşünme, eleştirme, başkaldırma, yıkma ve kolektif inşa tutumu ne kadar mümkün?   İktidara uyum zorunluluğu ile ortaya çıkan kendilik olma durumundan ayrışma, yabancılaşma ve iktidarın pozunu oynama ile vicdan muhakemesi arasındaki kırılma onda, sanat sanat içindir mottosunu yardıma çağırarak toplumsal sorumluluğun dışındaki güvenli alana hapsolma durumu yaratır. Askeri ve faşist darbeler ülkenin toplumsal dokusunda, mücadele ve örgütlenme alanında büyük gedikler açtı açmasına ama asıl sorun darbelerle hayata geçirilen neo-liberalizmin ve faşizmin oturuşmasıyla her alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da apolitik, toplum sorunlarına duyarsız tek tip birey yaratılmış olmasında.  Var olma, duyulma, kendini ispat etme derdiyle hegemonyaya/ yabancılaşmaya karşı durma arasında bir seçim zorunluluğu ve dönüşüm tehlikesi var.  Tıpkı Dostoyevski’nin Öteki romanındaki bay Golyadkin gibi... Karşı koymaya çalıştığı halde engel olamadığı öteki teki, onu bencil, entrikacı, çıkarcı, dalkavuk; olup biten çürümüşlüğe, adaletsizliğe ses çıkarmayan ortalamaya  ya da diğerlerine dönüştürmüştü. En azından erdemli bay Golyadkin beden ve tini arasındaki bu yarılmaya ve acıya dayanamayıp delirmişti. Bizde ise 'Sanatçı’nın sıhhati yerinde. Gerçekte sanat, şiir, yazın için söylenenlerin, yüceltmelerin hepsi büyük büyük içi boş laflar... Christopher Caudwell’in tarifinde yer alan burjuva şair biraz masum kalıyor: “özgürlüğün koşulu olan yalnızlığı, katlanılmaz ve zorlayıcı bulur. Yeryüzündeki ve evrendeki yaşantısını her gün biraz daha tatsız bulur. Özgürlüğünde bile bir bağımlılık, tutukluluk vardır. Toplumsal olan her şeyi ruhundan atar; ruhunun kendisini ufacık, bomboş ve güvensiz bırakarak söndüğünü görür.  (Yanılsama ve Gerçeklik, Payel yayınları)

Günümüz sanat/edebiyat ortamında sanatçının ruhu ne kadar söndü, biraz olsun külünde köz kaldı mı soruları bir yana, sonrasında yaşamını enternasyonal bir devrimci olarak İspanya iç savaşında genç yaşta yitirmiş Caudwell’in bu tespiti kuramsal düzeyde yapmış olması boşa değil. Günümüzde ‘sanatçı’nın iktidar ve piyasayla yaşadığı patronaj ilişkisi ve ne utanç verici ki bu ilişki biçiminin kanıksanmış olması, normalleştirilmesi; bu yazının kaleme alınış amacıydı. Konuya ilişkin bu uzun girizgâhtan sonra somut duruma bakalım. Varlık dergisi, Şubat (2022) sayısında ülke yakın tarihin en büyük katliamlarından birinin sorumlusunu dergiye konuk ediyor. 19 Aralık 2000 cezaevleri operasyonunun mimarı adalet eski bakanı Hikmet Sami Türk’ü... “Asıl amaç açlık grevlerini bitirmek değil devletin otoritesini sağlamaktır” diyordu 19 Aralık akşamı; ölüm mangalarını tutsakların üstüne saldıktan hemen sonra. Ne çabuk unuttunuz. Ya da belki bu sözün anlamını hiç düşünmediniz içinde devlet sözcüğü geçen sözüm ona kimi muhalif şiirlere alkış tutarken...  Orada diri diri yakılan, kimyasallarla katledilen otuz devrimcinin ve yaralanan, uzuv kaybeden yüzlercesinin anısına yönelik en küçük bir duygu hissetmeksizin... Bedenlerine, tinlerine yönelen vahşet için en küçük bir empatiyi, saygıyı göstermeksizin fütursuzca küstahça sayfalarınıza buyur ettiniz.  İnsanın aklı almıyor. Yaşamları pahasına herkesin özgür ve eşit; savaşsız ve sömürüsüz yaşayabileceği bir dünya istetmişlerdi onlar.  Varlık’ın sorumluları bu büyük düşüncelere, düşlere katılmayabilirler. Ki böyle bir zorunluluk da yok. Fakat insanlık suçu işleyenlere kapıları açıp ihya ediş,  katliam mağdurlarını ise umursamaz tutum, lamı cimi yok; doğrudan egemenlerin yanında yer alıştır.  Bu bir gaf değilse- hiçbir açıklama, öz eleştiri yapılmadığına göre demek ki değil- Varlık dergisi açıkça iktidarın pozunu oynuyor. Patronaj ilişkisinin günümüzdeki başat biçimi piyasaya gizlenmiş, bu yönüyle de görünmez, soyut bir ilişki biçimini almış durumda.  Tıpkı değerin/ürünün cisimleşmiş emek olduğunun görülmeyişi, emek sömürüsünün gizlenmesi gibi...  İktidar ve sermaye Althusser’in açıkladığı devletin özerk ideolojik aygıtlarının içinde rızaya dayalı hegomonik yapısıyla vukuu buluyor. Sanat da bunlardan birisi.  Piyasa ilişkilerine dâhil olmadan sanatçı -yazar-şair olmak mümkün değil algısı yaratılıyor ve piyasayı tutan yayınevi, dergi, ödül mekanizmaları eliyle de bir patronaj ilişkisi dayatılıyor. O halde buralarda ne olup bitiyorsa ne söyleniyorsa ne yazılıyorsa ses çıkarılmayacak, eleştirilmeyecek, biat edilecek: Aksi halde şiirin, öykün, romanın yayımlanmaz, hakkında hayırlı bir söz edilmez, herhangi bir yazı kaleme alınmaz, kitapların basılmaz, etkinliklere alınmazsın. Bu ilişki biçimleri sanatçı bağımsızlığını, özgürlüğünü, duruşunu bir palavraya çevirmekte. Varlık dergisi sorumlularının bir katliamın sorumlusuna yer açmasındaki sessizlik, umursamazlık, protestocu bir yaklaşımın olmayışı, kimi yazar ve şairlerin hiçbir şey yokmuş gibi; hiçbir eleştiri yöneltmeden, özeleştiri istemeden Varlık'a çalışmalarını göndermeye ve yayımlatmaya devam etmeleri bundan. Baskın kanonda var olma kaygısı, oralardan kendilerine kanal açıp yazar şair olma gayreti onları “mitsel” bir sessizliğe bürüyor. Gizemcilik kendileriyle ilgili tüm yabancılaşmış duyguların yanardağ külleri gibi üzerini örtüyor ve onları apaçık görünür olmanın ağırlığından kurtarıyor... Sanki sanatçı dediğin olup bitenin dışında kendi işine bakar; yazıp çizer (ne ise o); görünür olmak için çeşitli çıkar ve kayırma ilişkileri peşinde kırk takla atar sonra sosyal medya mahallesinde her dakika paylaştığı ‘meziyetleri’ ile kendi şişkin cüssesini görsel bir şölene dönüştürerek ağır abi abla pozlarında sanatçı kimliğini kanıtlamış olur.

Bir de şöylesi var: Ülkenin birinde katliamcı bir diktatörün yararına sanat yapanları eleştiriyor, kendi ülkesinde saraya fotoğrafçı olmuş, ‘hazret ’in pozlarını çeken Ara Güler’i işini yapıyor diye övüyor. Rusya’nın Ukrayna saldırısına işgal diyor, Türkiye’nin sınır ötesi saldırısına alkış tutuyor. Ataol Behramoğlu Putin diktatörüne yazdığı mektupta, Gogol ya da Çehov öykülerinden fırlamış; üst amirlerine kendini beğendirmeye çalışan düşük dereceli memurlar gibi, edindiği Puşkin madalyasından başlayarak kendine övgüler dizdikten ve büyük salondaki büyük masanın başında oturan Putin’in heybetinden ve kendisi için ayağa kalkmasından bir lütuf olarak bahsettikten sonra diktatörün savaşı bitirmesi için ricacı oluyor.

Son olarak Jeanette Winterson’un “Sanat Başkaldırır” kitabına atıfla bitireyim.

Hayır genelleyici bir ifade içindeki sanat başkaldırmaz. O büyük oranda piyasayla ve yanılsamalı bilinçle hareket eder. Winterson’un söylemi bir arzu yalnızca. Bu arzunun kuru bir retorikten cürete dönüşebildiği bir durum var mı?

Elbet!

Devrimci sanat var

Protestocu bir çelişki var

Çatışmacı bir gerilim var

Proletarya/emek gerçeğine ait praksis ile karşı durma ve değiştirme derdi var

Bu çürümeye yenilmeyenlerin ütopyası var

Devrimci sanat buradan yürüyor yoluna... İyi ki de yürüyor.

_________

Not: Bu yazı daha önce

Barbarları Beklerken edebiyat fanzininin 12’inci sayısında yayımlanmıştır.

https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/05/barbarlar-beklerken-say-12.html?m=1