ODTÜ’de öğrencim olan Hüseyin Edemir’in tutuklu olduğu cezaevinden, maruz kaldığı hukuksuzlukları anlattığı mektubu internette dolaşıma girince “Solda İki Tarz-ı Siyaset” yazımın devamını getirememiş ve polisin hayatını karartmaya çalıştığı öğrencimle ilgili bir yazı yazmıştım. Geçen hafta içinde kamuoyunda oluşan tepkiye baktığımda şimdi daha da kuvvetle söyleyebilirim: Hüseyin’i AKP’nin adaletsizliğine teslim etmeyeceğiz! Aslında Hüseyin’in maruz kaldığı hukuksuzluk, sözünü ettiğim iki farklı siyaset tarzına dair de bir şeyler söylüyor.

Adı geçen yazıda, AKP’nin sağcı, otoriter ve milliyetçi yüzünün topluma nasıl gösterileceği meselesinde ayrışan iki siyaset tarzından bahsetmiştim. Toplumu ikna etmeye dönük bir siyaset güdenlerle, böyle bir derdi olmaksızın kendilerince aşikar olan bu hakikati topluma vaz edenler arasındaki bir ayrışmaydı söz konusu ettiğim…



Solun ne yazık ki, büyük bölümünün toplandığı ikinci grup, görünürdeki bütün radikalliğine rağmen aslında apolitik bir tavır içindedirler. Demokratik siyaset, derdinizi topluma anlatabilmek, programınıza onun desteğini kazanabilmek değilse nedir? Oysa “vazediciler” için AKP’ye destek veren geniş yurttaş kesimi muhatap alınacak grup değildir. Bütün kibirlerine rağmen, alttan alta kendini hissettiren “yenilgici” ruh halinin etkisiyle –çoğunluğu yoksul ve muhafazakar- o geniş toplum kesimini kazanamayacağını kabullenmiş bir siyasetten bahsediyoruz. Bu geniş toplum kesimi, baştan kaybedilmiş bir kesim olarak düşünüldükten sonra –başka bir deyişle o kesim bir kez ötekileştirildikten sonra- siyasetin alanı da ister istemez daralacaktır.

“Vazedicilerin” söylem düzeyindeki radikalliklerinin aslında apolitik bir duruşu yansıtmasının arkasında bu gerçeklik yatar. Artık “radikallikten” beklenen esas işlev, hal-i hazırda kontrol edilen kitleyi konsolide etmekten başka bir şey değildir. Bu “radikalliğin” sonuç alma gibi bir derdi de yoktur. Başka bir deyişle, bu “radikallik” siyaset yapmaz; sadece vazeder.

Peki yeni ve alternatif bir sol siyaset nasıl kurgulanabilir? Sorunun yanıtını elbette tek bir yazı içerisinde vermenin imkanı yok. Dahası, bu yanıt(lar)ın ancak kolektif olarak ve süreç içinde bulunabileceğini kabul etmemiz gerekir. Her şeyi baştan bilen bir eda yerine arayışı vurgulayan, bizatihi arayışın kendisine önem veren bir tarzı öne çıkarmamız gerekiyor. Bu kayıtlar içinde değerlendirilmesi muradıyla birkaç önemli unsuru satırbaşları ile zikretmek ve sonraki yazılarda bunları açmak ve yenilerini eklemek daha anlamlı bir yol olur sanırım.

Sol bir siyasetten öncelikle beklenmesi gereken şey, halkı daha iyi bir hayatın mümkün olduğuna ikna etmektir. Kilit sözcük: “mümkün”! Yani sahih, gerçek ve yapılabilir bir programı halkın önüne koyabilmek ve sonrasında da onun aktif desteğini bu programın arkasına yığabilme becerisini gösterebilmektir. Bu program, “devrimci durumun” zerresinin olmadığı bir ortamda devrim programı olmayacaktır. Bu program, zaten solculaşmış gençleri etkilemenin dışında toplumdaki karşılığı yok hükmünde olan “şimdi devrim zamanı” demek de olmayacaktır.

Hatta bu program bir direnme ve muhalefet programı da olmayacaktır. Unutulmamalıdır ki, demokratik siyasetin yurttaşı her an direnen, muhalefet eden, siyasetle uğraşan, “angaje” bir yurttaş değildir. Örgütlerin veya partilerin çevresinde yer alanlardan farklı bir varlıktan bahsediyoruz… Gündelik dertleriyle uğraşan, sıradan refah özlemleri olan ve mikro-siyaset dışında başka alanlarda –kültür, din, ekonomi, sanat, spor, eğlence, magazin v.s.- kendini ifade eden bir varlık… Bu alanlardan bazıları, bazılarına daha tercih edilebilir olabilir elbette. Ama esas olan şudur: Demokratik siyasette, yurttaşların ilgileri siyaset alanının dışına yönelebilir. Hatta çoğunlukla buralara yönelir.

Bu çeşit bireylerden ve kesimlerden oluşan bir halkın rızasını kazanma sorunuysa eğer siyaset, bu rızayı harekete geçirebilecek program ancak bir yönetim programı olabilir. Küresel değişimlerden veya toplumsal dönüşümlerden korkmaksızın değişimi yönetebilme iddiasını dillendirebilmek ve toplumu bu fikre ikna edebilmektir önemli olan. O halde yeni bir sol siyasetin birinci değeri de ortaya çıkmış demektir: Değişim. Bu siyaset değişimden korkmayan, yapısal/küresel değişimlere emekçilerden yana nasıl ve nerelerde müdahale edeceğini göstererek değişimi nasıl yöneteceğini ortaya koyan –başka bir deyişle- negatif değil, pozitif bir siyaset olmalıdır. Bu sol siyaset, zaten değişim talepleriyle ortaya çıkmış olan çeşitli mağdur dinamikleri ortak bir zeminde buluşturduktan sonra hep birlikte oluşturulacak bütünsel bir özgürleşme programıyla halkın karşısına çıkabilmelidir.

Sol ve değişim fikri zaten bir arada giden iki değerdir denebilir. Ne yazık ki, son dönem Türk solunda hakim olan kategorik AKP karşıtlığı, solu her türlü değişimden korkan bir yere taşıdı. Öncelikli tek hedef AKP’yi geriletmek olunca, statükocu güçlerin yanına düşmekte de bir beis görmedi sol. Anayasa Referandumu sırasında geleneksel solun, AKP karşıtlığı dışında başka hiçbir argümanı olmadığı anlaşılmıştı. AKP büyüsü altında yaşayan, onunla yatıp onunla kalkan geleneksel sol, 12 Eylül Anayasası’nda açılacak küçük bir gedikten bile ürker hale gelmişti.

Oysa Türkiye’nin yakın tarihine göz ucuyla bir bakış bile, statükocu güçlerin yanında yer almanın nasıl ölümcül bir hata olacağını gösterebilir. “Siyasal Özne Olmak” adıyla turnusol.biz’de yayınlanan bir yazımda bahsetmiştim: Bu halk, değişimi yönetebileceği izlenimini uyandıran bütün siyasi hareketleri desteklemiştir. CHP’nin tek parti diktasına karşı “artık yeter” diyen Menderes’i; “toprak işleyenin, su kullananın” diyen Ecevit’i; kapsamlı bir programa dayanarak sistemi dönüştürme sözü veren ve ülkeyi 12 Eylül rejiminden çıkaracağı algısı yaratan Özal’ı kitlesel bir biçimde destekledi bu halk. Söz konusu üç liderin ideolojileri ve siyasetleri elbette birbirinden çok farklıydı. Özal’ın neo-liberal politikalarının emekçilerin örgütlenme düzeylerine ve yaşam standartlarına nasıl ağır bir darbe vurduğunu söylemek bile gereksiz. Fakat bu yazı bağlamında beni ilgilendiren çok önemli ortak bir noktaları vardı adı geçen üç ismin: Her üçü de halkın gözünde bir değişim mitosu yaratmayı başarmıştı. Bugün de halkın geniş kesimleri nezdinde esas değişimci güç AKP’dir. Sol ise “tehlikenin farkında mısınız”ın değişik versiyonlarını üretmekle meşgul. Sürekli felaket senaryoları üreten, istemezükçü bir siyasetin bu halkta hiçbir karşılığının olmadığını sol artık idrak etmelidir. Muhalefet dilinden, değişimi yönetecek bir dile geçme zamanıdır.

Değişimi yönetmeye ayarlı bir dil, aynı zamanda hegemonik bir dil olacaktır. Zira, solun önündeki en büyük görevlerden biri AKP’nin karşısında hegemonik bir bloku ortaya çıkartmaktır. Öte yandan, bireylerin farklı alanlardaki varoluş biçimlerini dikkate almayan ya da daha asal bir varoluş biçiminin –örneğin sınıfın- türevi sayan bir solun hegemonik duruma gelmesi imkansızdır. Farklı toplumsal kesimlere kanal açabilmek için, öncelikle bu farklı varoluş biçimlerini tek bir boyuta indirgemeden söz söylemeyi becerebilmek gerekir. Geleneksel solun bu hegemonik dili geliştirebilmesi önündeki engellerin başında ise teoriyle kurduğu sağlıksız ilişki geliyor.

Yeni sol siyaset, tarih boyunca hakikate ulaşma yolunda en büyük yardımcımız olan Marksizmin bir pranga haline gelmesine izin vermemelidir. Teoriyle ilişkisini yaratıcı bir biçimde tekrar gözden geçirmeli ve dışımızdaki değişen dünyayı kavramamızda yardımcı olacak bütün teorik çerçeveleri kullanabilme becerisi ve özgüvenini gösterebilmelidir. Şu unutulmamalıdır ki, güneşin altındaki her şeyi açıklayan bir teori, anlamsız bir teoridir. Marksizm, tam da her şeyi açıklamadığı için önemli bir teoridir. Farklı üretim tarzlarının ürettiği farklı sınıfsal sömürü biçimlerine ilişkin, bu ilişkilerin üreteceği farklı mücadele biçimlerine ilişkin elimizdeki en önemli teorik araçları sunar Marksizm. Peki, ama ya “devlet”? Ya sınıfsal sömürü dışındaki sömürü biçimleri? Ya insanlığın başka bir temel varoluş biçimi olarak “tanınma” (kimlik) kaygısı? Örneğin, siyasal mücadele içindeki bir özne için yaşamsal önemde olan devleti anlama yolunda Marx mı daha fazla yardımcı olur yoksa Weber mi? Örneğin, tanınma/kimlik meselelerini anlayabilmemiz için Marx’a mı müracaat etmeliyiz yoksa Hegel’e mi? Bu soruları artık cesaretle sorabilme zamanı geldi.

Yukarda söylenenlerde bir doğruluk payı varsa yeni bir sol siyasetin i) değişim fikrini sahiplenmesi; ii) Türkiye’nin tarihini ciddiye alması ve iii) teoriyle ilişkisini daha yaratıcı bir biçimde kurgulaması gerektiği söylenebilir. Bunların her biri ve daha nicesi için elbette söylenecek çok fazla şey var. Bu yazı sadece bir girizgah olsun.

- - - - -