Milletvekili seçilebilme yeterliliğini düzenleyen Anayasa’nın 76. Maddesi önce “25 yaşını dolduran her ‘Türk’ ün milletvekili seçilebileceğini” belirttikten sonra, başlıyor bunun ayrıntılı engellerini sıralamaya. İlk fıkraya bakıp aldanmayın ki Anayasa bu konuda uluslararası hukuk normlarına uygun, özgürlükçü ve çerçeve bir hüküm getirmiştir; aksine çoğu maddesindeki gibi önce genel kuralı koymuş gibi yapıp sonrasında istisnaları asıl kurala dönüştürmüş, her maddesinde her daim muhafaza ettiği şekilci ve kazuistik anlayışını burada da korumuştur. YSK’nın içine düştüğü ve bocaladığı çelişki de aslen bu zihniyette gizlidir. Eğer bir gün (25 yaşını dolduran her “Türk” ibaresine istinaden) Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Pomaklar vb. milletvekili seçilemezler diye bir teori ortaya atılırsa şaşırmayın, rejim bu haliyle bunlara da gebedir.

Yasa(k)lar bağlamında da durum bundan ibarettir: Birbirinden kopuk, daha ziyade yasakçı bir anlayış ve temel üzerinde yükselen, biri diğerinin aralayabileceği en ufak bir özgürlük kırıntısının önünü tıkamaya yönelik maddelerden müteşekkil bir kurguyla süslü hükümler bütünü… Dolayısıyla Türkiye’ deki yasaları, kanun koyucu anlayışı, “yasa(k)lar ve hükümler” manzumesi olarak tanımlamakta pek bir beis bulunmamaktadır. Çoğu zaman salt yasak koyma anlayışı ile düzenlenen, hukuki tıkanıklıkları aşma doğrultusunda değil de katmerlendirmeye yönelik ve padişah fermanı misali buyurucu/amir hükümler getiren bir hukuki yapıdayız maalesef hala. En ufak bir toplu yasa (torba yasa olarak da bilinir) değişikliğinde dahi, o dönem Avrupa kriterlerinin de üstüne çıkıldığının iddia edildiği TCK ve CMK’ da, irili ufaklı düzenlemeler yapılma ihtiyacı duyulmaktadır. Çünkü yasal rejim hala çok somut hukuki sorunlarını dahi aşamamıştır ve her gelişen güncel olaya yönelik düzenleme yapma ve toplumu hukuk kurallarıyla kontrol altında tutma kaygısı ve hassasiyetindedir. Yukarıdaki söylemler biraz mübalağa sanatı içerse de, acımasızca eleştirilmediği ve teşhir edilmediği sürece bu durumun değişeceği yoktur. Bu ince girizgâhtan sonra gelelim mevzu bahis konuya.

İlginç gelecek belki ama YSK asıl şimdi siyasal bir karar vermiştir. Her zamanki gibi hâkim medyada tanımlanan ve bayram havası estirilmeye çalışılan haliyle, hatanın düzeltilmesi ya da hatadan dönülmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Sırf bu tutum ve hava zaten kendi başına sorunlu ve sıkıntılıdır: Hukukun genel ilkelerine aykırı, haksız ve adaletsiz bir karardan dönülmüş olmasındaki başarı, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğunun verdiği haklı tepki, sergilediği tavır ve oynadığı rol görmezden gelinerek, Cumhurbaşkanlığı makamı, akil liberal kesimler, hemencecik toplantıya çağrılması dahi düşünülen (bugüne kadar bırakınız darbe Anayasasını değiştirmeyi, toplumu rahatlatacak demokratik yasal değişiklikler yapmayı dahi yük olarak görmüş) temsil adaletsiz meclis ve benzerlerinin itidal çağrıları gibi unsurlara, otoritelere havale edilmeye çalışılmaktadır. Bu ve benzeri kesimlere abartılı roller yükleme senaryoları kurgulanmaya devam ettirilmektedir. Böylece bu süreci tersine çeviren asıl ve gerçek etmenler ile toplumsal güçler hiçleştirilmek istenmektedir.

Seçimlerde, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu adaylarının önünün kesilmesine yönelik ilk YSK kararı siyasi olmaktan çok, bu rejimin hukuk dünyası anlayışı/algılayışı içerisinde oldukça hukukidir. YSK, önündeki Türkiye şartları hukukunu uygulamıştır! Bu hukuk sisteminin, bu şekilci rejimin, kural ve kaidelerinin mimarları ve değişmesini istemeyenleri de hepimizin malumudur: AKP öncesi selefleri ve uzunca bir süredir de AKP. Bu haliyle kalkıp YSK’dan ideal kararlar ummak, iyiniyetli beklentilerin ötesine geçmemektedir. Tam da bu anlamda, zorda kalan YSK’nın itiraz üzerine, siyasal ve toplumsal baskılar sonucunda, kendi doğal hukuki yorumlarının dışına çıkarak siyasal bir karar almak zorunda kaldığını söyleyebiliriz. Türkiye şartları hukuku ise şundan ibarettir: Kazuistik düzenlemeci, hak ve özgürlükleri sınırlayıcı, kullanımını kısıtlayıcı, her ayrıntıyı düşünen, istisnaları kaideye dönüştürüp hakkın özünü yok eden, kullanılamaz hale getiren, genel/evrensel hukuk ilke ve normlarını pek ciddiye almayan, daha ziyade prosedürel olarak kanun maddesi düzenlemekten ibaret kalan, yönetmelik hükümleri tüzüğe, tüzük hükümleri yasaya, yasa hükümleri Anayasa’ ya aykırı birçok düzenleme içeren, normlar hiyerarşisinde en alttaki ve en etkisiz normların uygulamada Anayasal güç kazanabildiği, vs. vs. diye süre giden…

Bu hukuk anlayışının, seçimler ve YSK bağlamındaki yansımasına da geçtiğimiz günlerde tanık olduk: “Adli sicil kaydı taramasından (Radikal’ den Dilek KURBAN’ ın isabetli tespitidir)” geçirilen Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu adaylarından bazılarının hukuken sağlıksız olduğuna kanaat getirilmesi… Verilen bu kararın siyasi olarak nitelendirilmesi tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Aslında yıllardır dillendirdiğimiz gibi siyaset ve/veya siyasi kararlar kötü şeyler değildir, toplumun arzu edilen ideal yönetimi, yani gerçekten kendi kendini yönetmesi, siyasete bizzat halkın tabandan, doğrudan müdahalesi ve katılıp değiştirmeye başlaması ile mümkün olacaktır. Yani bizzat her bireyin siyasete etkin katılımıyla. Bu bağlamda, çok fazla “siyasi karar-hukuki karar ayrımı” yapılması ve eleştiri noktasının buradan kurulması da sağlıklı değildir. Aslen bunlar birbirine göbekten bağlıdır. Kaldı ki YSK yapısı, niteliği ve varlığı itibarıyla bir yüksek yargı organı kabul edilmemekte, zaten yargılama da yapmamaktadır. Ama seçimler konusundaki uyuşmazlıkların çözümünde tek yetkili organdır. Siyasetle hukukun iç içe geçtiği en bariz örnek kurumdur. Verdiği kararların çoğu da özü ve neticeleri itibarıyla siyasete dairdir.

YSK’ nın sitesinde yayınlanan 21.04.2011 tarihli son kararında, özetle ve mealen ifade edildiği ve salık verildiği üzere: “Seçme ve seçilme yeterliliğini düzenleyen Anayasa’ nın 76. Maddesi’ nde her ne kadar, affa uğramış dahi olsa sayılan diğer suçlardan hüküm giyenlerin milletvekili seçilemeyeceği ifade ediliyorsa da, uygulamada bu durum memnu hakların iadesi (yasaklanmış hakların geri verilmesi) müessesesi ile aşılmaktaydı. Bugüne kadarki bu uygulama TCK’nın 53. Maddesindeki değişiklik ile mazide kalmıştır. Fakat TCK yönünden böyle bir başvuru yolu kapanmış olsa da diğer kanunlardan alınan cezalar yönünden Adli Sicil Kanunu md. 13/A imdada yetişmektedir. Bu nedenle Anayasa’nın 76. Maddesi hükmü lafzı anlamında çok açıkça yasaklasa da, Adli Sicil Kanunu hükmü kullanılarak bu engel eski usulde aşılabilir. Adı geçenlerin itiraz süresinde verdikleri yeni belgeler de bu hukuki durumu sağladığından milletvekili adayı olmalarına engel kalmamıştır.” denilerek, çözüm için bir ara formülasyon yaratılmıştır. Yani Anayasa’daki ana sorun, ana yasak, yine alt kademedeki yasa hükmü ile giderilmeye, aşılmaya çalışılmıştır. Oysa o yasak orda tüm lafzı ve ruhuyla yıllardır durmaktadır. Yarattığı mağduriyet de, uygulamaya dayalı, yargı kurumlarınca geliştirilen yorumlar yoluyla aşılmaya çalışılmaktadır. Bir nevi, üstün hüküm Anayasa’nın yasakladığı husus, bir alt hüküm olan yasa hükmü ile yargının yaptığı işbirliği neticesinde aşılmaktadır. YSK ilk kararında Anayasa’nın bu amir hükmüne teslim olmuş iken, bilhassa Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu bileşeni BDP’nin özellikle doğu ve güneydoğu illerinde gösterdiği toplumsal ve siyasal direniş ve tepki nedeniyle, daha sonrasında kendini, potansiyelini, hukuki görüşünü biraz zorlayarak, kerhen de olsa böyle bir sonuca varabilmiştir. Bunu severek ve isteyerek yapmış değildir. Ama toplumsal yarılmaya sebep olabilecek tek hedef olarak gösterilme riski bulunduğundan ötürü bilerek yapmıştır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, sürecin vebali tek başına YSK’nın omuzlarında değildir. Bu süreçte kolektif bir sorumluluk yüklemesi yapılabilir. Yıllardır vurgulandığı üzere, seçme ve seçilmeye ilişkin Anayasa, Seçim Kanunu vb. diğer yasal mevzuattaki anti-demokratik, gayri hukuki hükümlerde değişiklik yapmayan darbe sonrası iktidarları ve son temsilcileri AKP hükümeti bu sürecin mimarlarıdır. Yine bu duruma alışık ve kanıksamış yargı zihniyeti de sürecin doğal ortağıdır. Dolayısıyla AKP’nin kendini gizlemeye çalışmasına bakmayın, aldanmayın. Siyasal rejim bu gibi durumlarda tüm kurumlarıyla ittifak halindedir. En son bağımsız adaylığa ilişkin engelleme, daha önceleri Anayasa Mahkemesi’nin 367 oy kararı, Kürtlerin yasal partilerinin sürekli kapatılması vb. gibi geçmişte yaşanmış örnekler, Türkiye’ nin siyasal rejiminin karışıklıklardan beslendiğinin, sistemin kendini bu şekilde yeniden kurguladığının, dizayn ettiğinin, varlığını kendi varlığına emanet ettiğinin, bu huyundan vazgeçirilmediği sürece aynen idare edileceğimizin somut kanıtlarıdır.