Toplumsal sistemlerin diğer sistemlerden önemli bir farkı içinde bilinçli öznelerin devinmesi ve bu devinimler sonucunda sistemin kendi kendini örgütlemesidir. Ancak, toplumsal sistemler de, diğer sistemler gibi belli yapılara sahiptirler ve özneler bu yapılar içinde devinirler. Yapılar, öznelerin devinimlerini kısıtlar, yönlendirir ve bazen de ödüllendirir. Belli bir öznenin bilinçli ve belirli bir davranışının yapı tarafından nasıl karşılanacağı, genel olarak konjonktür tarafından belirlenir. Bir anlamda, zamanın ruhu, belli bir yapı içinde devinen bilinçli öznenin davranışının yapıyı ne kadar ve nasıl etkileyeceğini belirler.

PKK ilk ortaya çıktığında, Marksizmin kapitalizmden sonraya erteleyerek bir anlamda baskı altına aldığı etnik, cinsel vb kimlikler mücadelesi dünyanın dört bir yanında yükselmeye başlamıştı. PKK ise, bu konuda bir ara noktada duruyor, Marksizm ile milliyetçiliğin kendine özgü bir karışımını dile getiriyordu. Bu yüzden, örgüt ilk çatışmalarını o güne kadar Kürtlerin doğal önderleri olarak görülen aşiret liderleri ve Türkiye’de faaliyet gösteren ve “Türk Solu” olarak tanımlanan diğer sol hareketlerle yaşadı.

12 Eylül, solun üzerine bir kâbus gibi çöküp de solu suç ile özdeşleştirerek siyasal ve toplumsal alandan büyük ölçüde silince, ortaya çıkan boşluğu o güne kadar solun önünü kapadığı akımlar doldurmaya başladı. Birbiri ardına kurulan yöre ve köy dernekleri siyasetin mekânı haline geldi. Alevi’siyle-Sünni’siyle dinsel kimlikler, Kürdüyle-Kafkasyalısıyla etnik kimlikler siyasetin konusu haline dönüştü.

PKK, bu ortamda, bir yandan devletin şiddetine karşı daha katı bir şiddet aygıtına dönüşerek, diğer yandan da teorik siyasi çizgisini hayata geçirmek için bütün koşulları zorlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine ve 12 Eylül rejiminin getirdiği yoruma karşı mücadeleye girişti. Mücadelenin ulusallığa vurgu yapan talepleri zamanın ruhuna uygun, kullanılan Marksizmden alınmış yöntemi ise büyük ölçüde aykırıydı. Bu mücadelenin doruğa çıktığı 1990’ların başında yaşanan iki gelişme PKK’nin duvara çarpması ve kendini sorgulamasına yol açtı.

Bir yanda Marksizmin kalesi Sovyetler Birliği yıkıldı ve içinden çok sayıda bağımsız-devlet çıktı, diğer yanda Paris Şartı imzalandı ve azınlıkların siyasal katılımının sağlanmasının demokrasinin ayrılmaz bir yönü olduğu vurgulandı. O zamanki adıyla AT, bu süreçte Avrupa Birliği’ne dönüştü ve Kopenhag Kriterleri ile birliğe katılacak ülkelerden, başka şeylerin yanı sıra azınlıklıkların varlığını koruyacak kurumların yaratılmasını istemeye başladı.

Dünyada bunlar olurken halk savaşından ayaklanmaya giden bir süreci örgütlemeye girişen  PKK’nin bu girişimi başarısızlıkla sonuçlandı, ama aynı günlerde Türkiye Cumhuriyeti, başbakanının ağzından kuruluş felsefesini reddederek Kürt realitesini tanıdı. Dolayısıyla taktik olarak zamanın dışında bir çizgi izleyen PKK, siyasal çizgisinin zamanın ruhuna uygun olması sayesinde ayakta kalmayı başardı. 1992 Newroz’unda örgütlemeye çalıştığı ayaklanmayla kurtarılmış bölgeler kurmaya çalışan PKK, yaşadığı yenilgi üzerine esnek bir tavır göstererek ateşkes sürecini başlattı ve sorunun siyasi alanda çözülmesi için adımlar atmaya çalıştı. Bu girişim zamanın ruhuna uygundu, ancak gerek Türkiye’deki, gerekse PKK içindeki güçler bu sürecin kesintiye uğraması için elinden geleni yaptı ve bir ölçüde başarılı oldu.

PKK’nin silahsız bir örgüte dönüşme girişiminin kesintiye uğramasıyla kaotik ve kanlı günler başladı. Bu belirsizlik ortamı Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi, Kemal Derviş’in ekonomide büyük bir dönüşüm gerçekleştirmesi ve nihayet AKP’nin hükümet olmasıyla yavaş yavaş ortadan kalktı.

AKP hükümet olur olmaz çok yönlü bir çizgi izlemeye başladı. Bir yanda kendini durdurmak isteyen İttihatçı elit ile sabırlı ve kararlı bir mücadeleye girişirken, diğer yanda Kemal Derviş’in programını bazı düzeltmelerle sonuna kadar uyguladı ve kendi programına yumuşak geçiş yaptı. Kürt Sorunu konusunda ise, PKK ve mücadelesinin ürünü olan kadroları siyasal alandan tasfiye edebilmek için uğraşırken sorunun çözümü için irili ufaklı adımlar attı.

PKK, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının verdiği ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra bir yandan değişen koşullara uygun bir siyasi çizgiyi yakalamaya, diğer yandan da oluşturduğu şiddet aygıtını zaman zaman kullanarak, zaman zaman da kullanma tehdidi yaparak tasfiyeye karşı direnmeye çalıştı.

Bugün geldiğimiz noktada PKK çok yönlü bir sıkışmışlık içinde görünüyor. Bir yandan elinde güçlü, ama zamanın ruhuna aykırı bir aygıt var. Diğer yandan zamanın ruhunun doğurduğu araçlardan ve fırsatlardan yararlanabilme olanağı duruyor, ama AKP bütün pragmatizmi ve refleksleriyle bu olanakları yaratırken PKK’yi siyaseten de tasfiye etmeye çalışıyor. Bu amaçla elinde bulunan bütün kozları İttihatçı elit ile de işbirliği yaparak kullanmaktan kaçınmıyor, yapabildiği kadarıyla aşiretleri ve cemaatleri PKK’ya karşı kullanabilmek için çabalıyor.

Süreç bu sıkışmışlığın daha fazla süremeyeceğini gösteriyor. PKK bir karar vermek zorunda: Ya elindeki şiddet aygıtına yaslanarak pazarlık yapmaya çalışacak, ya da şiddetten kendisi vazgeçerek tıpkı İslamcı kadroların yıllardır yaptığı gibi siyasal alanda sabırlı ve kararlı bir mücadeleye girişecek. Zamanın ruhu doğru çizginin ikincisi olduğunu gösteriyor, ama 35 yıllık bir yapının tarihi bu tavrı almayı zorlaştırıyor.

Bu noktada bir yapının en güçlü olduğu anın eğer o yapı kendini zamanın ruhuna uygun olarak dönüştüremezse aynı zamanda güçsüzleşmeye başladığı an olduğunu söylemekte yarar var. Unutmayalım ki, tarih gerekli dönüşümü sağlayamamış çok sayıda imparatorluk, devlet ve örgütün mezarlığı aynı zamanda…